Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23.10.07

* Romanya gezisinden notlar

12.-16.11.2004 Romanya gezisinden notlar (ayrıca göndereceğim yahoo foto albümü için açıklamalar):

- Bükreş’te Plaza Romania Alışveriş Merkezi Projesini henüz bitiren bir firmada çalışan arkadaşım Levent Helvacı ve eşi Elinur’un yanına gittik. Çok sağolsunlar bizi o kadar iyi karşıladılar ve o kadar güzel rehberlik ettiler ki... İlk dört fotoğraf Bükreş’e canlılık katan yeni alışveriş merkezinin görüntüleri..."Arkadaşım yaptı burayı" deyip duruyorum...

- Slanic adlı kasabadaki Mina Salina (Tuz Madeni) bizi oldukça etkiledi. Arada sırada yan duvarlara sürtünerek yerin yaklaşık 150 m. altına inen daracık asansörden çıktığımızda, kendimizi yaklaşık tavan yüksekliği 60-70 m., genişliği 30 m.yi bulan ve her biri yaklaşık 150 m. uzunlukta köşelerden oluşan bir kare şeklinde oyulmuş madende bulduk. Güçlü lambalarla yapılan aydınlatmaya rağmen loş, soğuk, duvarları mermer mekanda kendimi bir bilimkurgu filmi setinde sandım. Birazdan keşfedeceğimiz üzere içinde bir kafe, çocuklar için oyun parkı ve futbol sahası da olan mekanda çocukların neşeli çığlıkları uzaktan yankılanarak geldiği için ortamın esrarı ve etkisi o ilk dakikalarda daha da artmıştı. O devasa mekanı yerin o kadar altında yaratan insan zekası ve çalışması beni bir kez daha büyülemişti.

- Romanya’nın ilk kralı, ülkede uygun aday bulunamadığından Almanya’dan seçilen I. Carol ve sanatçı kişilikli eşi kraliçenin yaşadığı Peleş Satosunu 1 aylığına temizlik için kapalı olduğundan gezemedik, ama yanındaki daha küçük şatoyu gezme ve ihtişamdan etkilenme fırsatı bulduk. Şato önünde para karşılığı fotoğraf çektirmek üzere bekleyen aslan yavrusu Tomitza ise benim için muhteşem bir sürpriz oldu.

- Predeal’deki Rozmarin Otel geçen şubatta açılmış tertemiz, rahat ve çok makul fiyatlı bir oteldi.

- Braşov ve yakınındaki Poiana Braşov (poiana: yayla) kar altında çerçekten çok güzel olduğunu tahmin ettiğim yerler... Poiana Braşov’daki kayak pistleri 2 zor, 4 orta ve 4 kolay parkurdan oluşuyor. Bindiğimiz teleferik bizi 693 m. daha yüksekteki tepeye çıkardı, ancak çok sisli olduğundan fazla dolaşamadan indik.

- Dracula romanında esinlenilen Vlad Tepeş’in (Kazıklı Voyvoda) kaldığı iddia edilen ve turistlere gösterilen Bran’daki kalenin aslında Vlad’a ait olmadığı ve asıl şatonun şu anda yıkıntılardan ibaret olduğunu öğrendiğimde hayalkırıklığına uğradım ve Bran’daki şatoya gitmeye gerek görmedik.

- Muhteşem Murfatlar şarapları bizdekilere göre hem daha lezzetli hem de daha ekonomik...

- Sıcak çikolatalar resmen sıcak puding kıvamında...

Ekstra notlar: Yerel içki palinka gerçekten kötü kokuyor ve çok sert... Poiana Braşov'da yemek yediğimiz av etleri restoranında ikram edilen içilebilecek gibiydi de deneyebildim. Carrefour'lar resmen para basıyor, her kasa önünde en az on-onbeş kişilik sıra vardı. Kapitalizmin etkisi McDonalds'lar, sigara reklamları ve artan fiyatlarla kendini hissettiriyor. Burası da inşallah çok bozulmaz ve kişiliğini kaybetmez.
Bu kısa ama zevkli tur için Levo’ya ve Elinur’a tekrar çok çok teşekkürler...

Hayata iyi bakın

Blueman

19.11.2004

* Bir Istanbul Gezintisinden Notlar

Harika şehrimiz İstanbul’un yazdan kalma bir gün yaşadığı bir sonbahar gününde şehrin bağrına atmıştık kendimizi. Kadıköy’den, martıların kovaladığı bir vapurla geçtiğimiz Eminönü, belediyece uzaklaştırılan seyyar satıcıların ve teknede balık ekmek satanların yokluğunda daha bir tenha gözüküyordu göze. Yine de etini koparmışlar gibi çığlık çığlığa birkaç seyyar satıcı, yaya alt geçidinin tavuk döner, lahmacun ve ter kokularıyla yoğunlaşmış havası, köprüde yanyana dizilmiş balık oltalarının ucunda türlü hallerde insanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, yaya geçidi olsun olmasın yollarda gezinen, koşturan onlarca insan, Eminönü meydanının vefakar ve cefakar güvercinleri, geçen haftaki 8 trilyonluk loto hayalleri suya düşenlerin, artık 1,5 trilyona tenezzül etmeyip uzun sıralar oluşturmadıkları Nimet abla gişesi gibi bileşenlerden oluşan hareketli tablonun içinden geçip Tahtakale’de iğne atsan yeryüzüne ulaşmayacak kalabalıkla kucaklaşmıştık. İnsanın arada sırada yaşaması gereken bir duygu bu sanki... İnsan kendini garip bir güvende ya da ne bileyim bir şeylere aitmiş gibi hissediyor... Kocaman, kalabalık bir şeye... Tabii hırsıza, uğursuza karşı da çok dikkatli olmak kaydıyla.

İncik boncuk almak için girdiğimiz bir dükkanda tam 18 adet boncuklu bilezik alan karısına Fransızca “Koleksiyon mu yapacaksın?” diye seslenen esmer, göbeği yarım metre ötedeki tezgaha değen adam, kasanın yanında dikilen gence kolundaki saati göstererek “Ne o hemşerim gözün saatte kaldı bakıyorum” diye seslenir. “Bu saat burada kaç para biliyon mu sen?” ile başlayan muhabbet, sonraki beş dakika boyunca saatin burada ve adamın yaşadığı ve bir şirket sahibi olduğu İsviçre’de ne kadar ettiğinin (8 bin dolar) hesaplanması ile geçer. Karısına yine Fransızca “Al oradan iki tane daha da 20 etsin barı” diyen adam cebinden çıkardığı tomarla paradan iki yirmilik atar tezgaha... O zamana dek adamla muhatap dahi olmayan kasada oturan beyaz saçlı temiz giyimli yaşlıca adam ardından burun kıvırır bu başarılı işadamımızın...

Tahtakale’deki kalabalığın arasında yürürken bir an için oluşan boşlukta, esmer, bıyıklı, göbekli ve gömleğinin yakası göbeğine kadar açık bir adam, serçe parmağı kalkık şekilde kulağına tuttuğu minnacık cep telefonunda, karşı taraftaki adama “bak ebe..... .mi.. ...tiğiminin evladı” şeklindeki bir hitabı yumuşacık bir ses tonuyla söyleyerek geçer yanımızdan...

Gülmemiz geçtikten sonra köşedeki kelek kavun satıcısından aldığım ve bütün gün elimde dolaştıracağım minik keleğime kavuşurum. “Salatalık gibi tadı var, ver keseyim abi” der satıcı, ama o o kadar sempatik ki nasıl kestiririm onu. Tahtakale’de artık seyyar satıcılar küçük tezgahlarını da bırakmış, onun yerine sattıkları ürünlerin fotoğraflarının yapıştırıldığı kartonları tutmaktadırlar ellerinde.

Mısır Çarşısı’nın kapısından girer girmez sağ taraftaki aktardan badem ve fındık alırken, içerdeki bir genç, bana kuruyemişleri veren gence “Seni anlamıyorum abi, seni anlamak rüzgarlı bir havada kibritle sigara yakmaktan daha zor” der.

1901’de Rum kökenli Pandeli’nin kendi adıyla açtığı ve şimdiki yerine (Mısır Çarşısı’nın Eminönü kapısının üstü) 1956’da taşınan restoranın çarşı manzaralı masalarından birinde patlıcanın içine yedirildiği ve üzerine bir dilim döner yatırılarak servis edilen börek ağzımızda erir. Ta o zamanlardan beri işletmede çalışan Cemal bey burada yemek yemeye gelen Celal Bayar’ın fotoğrafını gösterir gururla.

Kapalıçarsı’da Deli Kızın Yeri’ne kısa bir ziyaret ve hemen karşısındaki ufacık kahvecide birer yorgunluk kahvesi... Fes Kafe’nin kapılarında sallanan, renkli parlak mikalardan yapılmış şık sineklikleri oluşturan parçalardan sadece bir tanesinin 180 Milyon TL. olduğunu öğreniriz.

Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkıp sola döndüğünüzde yüz metre ilerideki Subaşı esnaf lokantası ise geçen sene en iyi 10 ev yemeği mekanının birincisi seçilmiştir bir gazetenin oluşturduğu bir gurme heyeti tarafından. Fazla aç olmadığımızdan ısmarladığımız buz gibi elma kompostosu, içindeki birer dilim muz ve kivi, bir parça portakal ve nar taneleri ile çok iyi gelir. 1959 yılından beri hizmet veren lokantanın sahibi Veysel bey 1991’de vefat etmiş ve ilk zamanlardan beri yanında çalışan beyefendi hala işletmenin başındadır...

Mahmutpaşa’daki Vakko’da bir eşarp için uzun süre beklediğimiz kasa kuyruğunda elimdeki açık ve koyu yeşil çizgili kelek kavunumu elden ele atarken yere düşürürüm birden. Bayanların ayakları arasından ta kasanın önüne kadar giden kavunuma ulaşmanın yollarını ararken, biraz geride bekleyen bir adam “Hanım bir izin ver de adam topunu alsın” der Allah razı olsun.

Mahmutpaşa’nın çılgın kalabalığı arasından devam eden yürüyüş Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bahçesinde, birer Türk kahvesi eşliğinde içilen nargilenin hoş kokulu dumanları arasında mola alır. Divanın üzerinde iki kişinin arasında yavru bir sokak kedisi derin bir uykudadır.

Galata Köprüsü’nün altında insanlar gün batımına karşı biralarını yudumlamakta, balıkların tadını çıkarmaktadırlar. Bu arada yukarıdan sallandırılan oltalardan birinin ucunda bir balık daha çırpınarak yukarı çekilmektedir.

Karaköy Güllüoğlu talep olmadığı için, artık harcında ve şerbetinde ceviz, damla sakızı, zencefil, çörekotu, hindistancevizi, kakule, karafıl suyu, kişniş, safran, salep, tarçın ve portakal kabuğu olan Hekimbaşı baklavası çıkarmamaktadır. Onun yerine çikolatalıyı denersin sen de...

Karaköy’den kalkan vapur Haydarpaşa iskelesine uğramak için pervanelerini durdurduğunda, iskelenin karşısındaki mendireğin üzerinde tek sıra şeklinde dizilmiş yüzlerce karabataktan birinin kurutmak için açtığı kanatlarının arasından batar güneş bir kez daha İstanbul’da. Vapur, yeniden çalışmaya başlayan pervanelerin kabarttığı suları ardında bırakarak ilerlemeye başlarken, gözüm karayla bağlantısı olmayan mendireğin duvarı üzerinde yanyana dizilmiş martı ve karabatakları umursamaz şekilde külhanbeyi tavırlarla yürüyen bir kediye takılır. Artık rahatsızlık vereceği kadar yaklaştığı kuşlar birer birer duvarın üzerinden hemen aşağıdaki kayaların üzerine atlarlarken istifini hiç bozmadan ilerleyen kedinin oraya nasıl ulaştığı sorusu kafama takılmışken, vapur Kadıköy iskelesine yandan şöyle bir yaslar vücudunu cilveyle...

Akşam karanlığı çökerken şehre Kadıköy’de bir “eve dönme” telaşıdır gitmektedir...

Hayata iyi bakın

Blueman

27.09.2004

17.8.07

* Taze suaygırı derisi (Nijerya)

Günlerden bir gün, bir Afrika ülkesinde bulunan bir Büyükelçilik’e ilginç bir mektup ulaşır. Mektupta o ülkede “taze suaygırı derisi”nin bulunup bulunamayacağı, bulunması halinde büyük miktarlarda iş hacminin yaratabileceğinden bahsedilmektedir. Elçilik görevlileri gözlerine inanamaz, mektubu tekrar okur, çeşitli geyikler çevirir ve yazılanları ciddiye almaz, güler geçerler. Ancak görev gereği Sayın Büyükelçiye de mektuptan bahsetmek gerekmektedir. Esprili, aksi ve iş bitirici (!) kişiliği ile etrafına nam salmış Büyükelçi, mektubu okur, gözlüklerini ciddi bir ifade ile çıkarır ve hemen gereken emirleri yağdırmaya başlar:

- Hemen taze suaygırı derisini bulun, içine zürafa ossuruğu da koyup gönderin…

Anlayacağınız kimse mektubu ciddiye almamış, dalga geçmiştir. Ancak gerçek daha sonra anlaşılır. Mektubu gönderen işadamının sevgili eşi kanser hastalığından muzdariptir ve birileri onlara taze suaygırı derisinin iyi geleceğini söylemiştir. Son bir umut bu şansı da değerlendirmek isteyen işadamı, ülkeye birini gönderip derileri aldırmaya da razıdır.
Neyse efendim, hemen elçilik görevlileri araştırmaya girişirler. Ancak çok zor da olsa sadece kuru suaygırı derisi bulunabilir. Yalnız bunun kurusu değil tazesi işe yaramaktadır. Bir gün elçilik şoförlerinden (yerli halktan) birine sorulur ve adam şunları söyler cevap olarak:

- Aaaa evet suaygırı derisi bulurum ben. Hem de tazesini. Ama şu sıralar suaygırı bulmak çok çok zordur. Bu mevsimde onlar suyun üzerine çıkmaz, hep suyun altında olurlar ve görülmezler. Ancak bir büyücü kullanmak gerekir (orada bu büyü olayına “Juju” denmektedir). Büyücü suaygırına dönüşür ve suyun altına girer. Bu sırada avcılar dışarıda mızrakları ile beklemektedir.
Bu arada bir elçilik görevlisi hınzırca sorar tabii:

- E sudan dışarı çıkan suaygırının büyücü olup olmadığını nasıl anlıyor avcılar? Bu arada büyücüyü vurmasınlar yanlışlıkla…

- Büyücü suaygırı şeklinde dipte gezinirken rastladığı diğer suaygırını dirseğiyle dürter, rahatsız eder. O da dışarı çıkarır başını. Bu arada eğer büyücü de dışarı çıkarsa, hemen avcılara kaş göz hareketi ve eliyle işaret ederek diğer suaygırını gösterir. Böylece o vurulmaz.

Şoförün tüm bunları büyük bir ciddiyetle ve tam bir inançla anlatması, dinleyicilerin ise içlerinden kıs kıs gülmeleri ne hoş bir tezat ve ne garip bir kültür farklılığı yaratır değil mi sayın okurlar…

Bunca kötü habere, üzerimize üzerimize gelen tüm dehşete ve endişelere rağmen gülümsemekten vazgeçmediğimiz bir haftasonu ve hayat dilerim.

Hayata iyi bakın

Blueman

20.09.2001

* Güzel bir insan; Joseph ve Nijerya'da CRM

Genellikle Pazar günleri haftalık sebze, meyve, meşrubat alışverişimizi yapmak, yeni gelen kopya film ve müzik CD’leri arasından zevkimize uygun olanları arayıp bulabilmek için uğradığımız Ilosan ya da Maroko adıyla bilinen bir pazar yeri var. Aynı yerde oldukça büyük bir alana yayılmış ağaç ve metal dekoratif eşyalar, el yapımı süs eşyaları, Afrika maskeleri, takılar, masa örtüleri, geleneksel kıyafetler, müzik aletleri ve bilimum ıvır zıvırın, tahta perdelerle birbirinden ayrılan ufacık dükkanlarda satıldığı, inanılmaz pazarlıkların yaşandığı, bir ucundan girip diğer ucundan çıkana kadar saunaya girmişcesine sırılsıklam terlediğiniz bir pazar daha bulunuyor. Burada zevkimize göre süs eşyalarını bulma amacıyla çeşitli defalar dolaşırken tanıştığımız ve diğer satıcılardan çok farklı bir genç çocuktan bahsetmek istiyorum…
Adı Joseph… Kilise korosunda şarkı söyleyen, dini inançları kuvvetli, son derece çalışkan ve güleryüzlü bir Nijeryalı genç. Onu diğer satıcılardan ayıran özelliği ise müşterileri ile birebir ilişki kurması, dükkanına gelmelerini beklemeden onları evlerinde ziyaret etmesi, her ziyaretinde onlara yeni ağaç oyma çalışmalarından örnekler göstermesi. Sabahın erken saatlerinde başlar ziyaretlerine, herkese haftanın belirli gün ve saatlerini ayırmıştır, ama o anda uygun değilseniz asla sizi rahatsız etmez. Mesela bizim siteye her hafta çarşamba akşamları gelir, kapıdan telefon eder, müsaitsek gelip sırayla beni ve diğer Türk arkadaşım İlker’i, sonra da sitedeki diğer İsrailli arkadaşlarını ziyaret eder. Müşterileri ile kurduğu sıcak ilişki sayesinde artık onları birer müşteri gibi değil birer arkadaşı olarak görmekte ve karşılığında da onlardan arkadaşça yaklaşım bulmaktadır. Müşterilerinin doğumgünlerini, ne zaman tatile çıkacaklarını, ülkelerine gidecekleri ve dönecekleri tarihleri, varsa önemli sorunlarını (mesela bir önceki hafta hastaysanız, bir sonraki gelişinde kendi elleriyle hazırladığı ufak bir geçmiş olsun hediyesi ile gelir), ne iş yaptıklarını vs. bilir, herkese bu bilgiler ışığında ayrı yaklaşım gösterir. Örneğin geçen Türkiye’ye gelişim öncesinde, benim için çok değerli olduğunu bildiği kişi için Nijerya’nın üç büyük kabilesi Yoruba, Hausa ve Igbo’ları temsilen, değerli olarak bilinen “ebony” ağacından üç adet siyah renkte maskeyi hediye olarak hazırlamış ve beni çok şaşırtmıştı. Bu maskelerin özel bir de anlamı varmış…Yoruba dilinde “Wa”, Hausa dilinde “Zo” ve Igbo dilinde “Bia”, “gel” anlamına geliyormuş ve bu “WaZoBia” üçlüsü bu sıraya göre evin bir köşesine konursa “gel birlikte yemek yiyelim, birşeyler içelim, hayatı paylaşalım, dostluk edelim ve kardeş olalım” gibi anlamlara geliyormuş. Ben de bunun üzerine Mevlana’nın “ne olursan ol gel” felsefesinden biraz kendisine bahsettiğimi hatırlıyorum. Gözü her zaman değişik bir ışıkla parıldayan, çalışkanlığı, iyiliği, samimiyeti ve arkadaşlığı ile hepimizin takdirini kazanan Joseph’in bana o gece “ben hiçbir zaman esas olarak para peşinde olmadım. Peşinde olduğum şey arkadaşlık ve güzel ilişkiler kurabilmek…” - ki böyle bir yaklaşım, sadece menfaate dayalı ilişkilere çokça rastlayabileceğiniz Nijerya’da epey değişik kaçıyor - dediğini de hatırlıyorum. Ben de ona “şen böyle düşündükçe ve davrandıkça başarı ve para nasıl olsa gelecektir Joseph” diye karşılık vermiştim.

Ve geçen gün birden farkettim ki Joseph’in yaklaşımı, son yılların popüler kavramı Customer Relationship Management’tan (CRM) başkası değildi. Her bir müşterisine ayrı ayrı zaman ayıran, onlarla dostluklar kuran, hediyelerle gönüllerini alan, fiyatta indirimler sunan, hizmeti ayaklarına götüren, onlardan topladığı verileri bilgiye dönüştürerek bu bilgiyi müşterilerinin kalbini kazanma yolunda kullanan Joseph’i bir kez daha çok takdir ettim ve bana öğrettiklerini sizinle de paylaşmak istedim.

Hayatın hep dostlukla dolu ve ışıltılı, yolun açık, kazancın bol olsun Joseph…

Hayata iyi bakın

Blueman

27.08.2001

* Türk "pound"u (Nijerya)

Biraz önce Nijeryalı Personel Müdürümüz Mr. Ozoukwu beni arayarak Türk "pound"unun kaç Nijerya Naira'sı ettiğini sordu. Ben de "pound" değil lira kullandığımızı ve bu para biriminin uluslararası (convertible) bir para birimi olmadığı için önce ABD dolarına ondan da Naira'ya çevrilebileceğini ama Türk Lirası Nijerya Naira'sı oranının yaklaşık 1/10.000 olduğunu söyledim. Burada Türk liralarını dolara da çeviremeyeceğini anlayınca Mr. Ozoukwu sadede gelerek bir arkadaşında yüklü miktarda Türk Lirası olduğunu ve benim bunu alıp Naira vermemin mümkün olup olmadığını sordu. Mr. Ozoukwu'nun dediğine göre arkadaşında tamı tamına beşşş yüzzz binnnnn Türk Lirası vardı. Ben de hafifçe gülümseyerek bunun ne kadar Naira yaptığını bir hesaplamasını istedim Ozoukwu'dan... Biraz hesap kitap yaptıktan sonra önce elli bin, sonra on bin Naira falan dedi ama ben bir daha hesaplamasını istedim. Neyse en sonunda anladı ki bu sadece 50 Naira yapıyordu ve bu para için adamın buraya gelmesine bile değmezdi. (1 ABD Doları = 1,400,000 TL = 140 Naira - yaklaşık olarak tabii)

Bunun üzerine ikimiz de güldük ve telefonu kapattık...

Hayata iyi bakın

Blueman

27.08.2001

* Nijeryalı bir genç kızın hayalleri ve mücadelesi

Bir akşam üzeri, evindeki koridorda doktorun beni kabul etmesini beklerken, işe iki ay önce başlayan yeni hemşire ile biraz sohbet etme imkanı bulmuştum. Tertemiz beyaz önlüğü içinde, sıkıca toplanmış saçları ve aydınlık güler yüzü ile biraz da ilk günlerin tedirginliği ve heyecanı içinde sevimli bir Nijeryalı. Ona nasıl gittiğini, çok yorulup yorulmadığını, saat kaçta başlayıp kaçta bitirdiğini falan sordum.

- Çok yorucu bir iş, hiç oturmak bile kısmet olmuyordur herhalde. Ama sen de böylesinden hoşlanırsın sanırım.
- Yok ben oturmayı severim.
- A neden peki?

Bunun üzerine, oturup yazı yazmaktan hoşlandığını, şimdiye kadar bir sürü roman ve hikaye yazdığını, bir kitabını bitirdiğini ve yayınlatmak istediğini, şu anda bir başka çalışma üzerinde olduğunu anlattı bana. Bitirmiş olduğu dört yüz küsür sayfalı kitap, Nijerya tarihi, Hristiyanlık, dini mesajlar ve bir aşk macerası gibi konuları birleştiren bir hikaye imiş. Nijerya tarihinde 1960 yılındaki Biafra Savaşı önemli bir yer tutuyormuş. Bu savaş, hemşirenin geldiği eyalet olan Enugu eyaletinde, yine kendisinin de dahil olduğu Igbo aşiretinin (ki Igbo, Yoruba ve Hausa ile Nijerya’nın en büyük üç aşiretinden biridir) bağımsızlık ilan edip, ayrı bir devlet kurmak istemesi, hükümetin buna karşı çıkması, İngilizlerin Nijerya hükümetine destek sağlaması ve İsrail’in de Igbo’ları desteklemesiyle başlayan büyük bir savaş. Binlerce insan ölmüş ve çok kanlı, çok acı günler yaşanmış. Hemşirenin ailesinden de annesinin amcası ölmüş, babası yaralanmış. Şimdiki Savunma Bakanı da o savaşa katılan ve yaralananlar arasında ve “Tanrı bana savaşı bir daha göstermesin” diyormuş. Neyse, tabii güçlü İngilizlere karşı Ogbo’ların bir şansı olmamış ve savaşı kaybetmişler. Kızın yazdığı kitap o zamanlarda Enugu’da geçen olayları hikaye tarzında anlatıyor. Bütün bunları yazabilmek için oturup tarih ve din kitapları okumuş. İleride kitapları yayınlandığında bu işten para kazanıp diğer kitaplarını da yayınlatmak, giderek büyük bir yazar ve hatta uluslararası bir yazar olmak istiyor. Hayalleri olduğunu ve bu hayallerinin peşinde çok çalıştığını söyledi. Ben de asla yılmazsa, tüm kalbi ve ruhu ile inanır ve sabırla çalışmaya devam ederse bir gün hayallerine ulaşabileceğini söyleyerek onu cesaretlendirmeye çalıştım.

Gerçekten çok ilginç ve takdire değer değil mi? Gözümde bütün gün üç kuruş maaş için oradan oraya koşturup, akşam işten yorgun argın çıktıktan sonra minibüslerde rezil bir şekilde eve varıp, bir akşam vakti, fakir bir evin loş bir odasında elindeki kalemle buruşuk ve üzeri kirli kağıtlara yazarak kitabını oluşturmaya çalışan, hayalleri ile yaşama gücü bulan, hevesli ve yüreği güçlü bir insan canlandı.

Sonra hemşire dindar biri ve kilisede şarkı da söylüyor, şarkı ve şiir de yazıyor. Ben de Hristiyanlık hakkındaki merakımı ve bir kiliseye gidip bir Pazar ayinini seyretmek ve neler olup bittiğini öğrenmek istediğimi söyledim. O da bana yakınlarda bir kilisenin adresini bulabileceğini ve önerebileceğini söyledi, çok da mutlu oldu. Din konusundaki düşüncelerimizi paylaştık, düşüncelerimi çok büyük bir merakla dinledi. Dinlerin hepsinin aynı temel öğretilere ve amaca yönelik olduğu, Yüce Güç’e ulaşmak için birer yol oldukları, ama ulaşılması gereken noktanın tek olduğu, verilmek istenen mesajın tüm dinlerde benzer olduğu, eğer dinlerin özü insanlar tarafından yeterince iyi anlaşılabilirse dünyada kötülük diye bir şeyin var olamayacağı, özümüzde hepimizin bir olduğumuz, dini yeterince anlamayan, ama aşırı dindar geçinen pek çok insanın aslında kalben pek de “iyi insan” sayılamayacakları ve hem başkalarını hem de kendilerini kandırdıkları, dinlerin üzerinde bir başka gerçeklik bulunduğu ve bizim görevimizin ona ulaşmak olduğu gibi konulara değindiğimizi hatırlıyorum. Çok ilgili ve parıldayan gözlerle dinledi ve “dinlerin de üzerinde bir gerçeklik var. Tüm evreni ve yaratılmış olanları bir arada tutan sonsuz bir güç o” düşüncesine “eveeeet çok doğru, çok harika” diyerek gözlerinin içi gülerek yanıt vermesi üzerine, orada bambaşka kültürden, bambaşka bir dinden ve ırktan bir insanla daha ruhsal bir bütünlüğü paylaşıyor olduğumu ve ondan bir şeyler öğrenip, ona da birşeyler verebildiğimi hissederek çok mutlu olduğumu hatırlıyorum.

Hayata iyi bakın

Blueman

09.08.2001

* Güney Afrika, safari, AIDS, çocuk sevgisi

Ziv Sinderovski daha önce iki sene bir başka firma için Nijerya’da çalışmış, sonra Dizengoff’a geçmiş ve yaklaşık iki buçuk yıl Port Harcourt şehrindeki ofisimizde elektrik, güç transmisyonu gibi işlerle ilgili çalışmış, geçen sene klima satışı yapılan Balton Engineering departmanının ayrılan müdürü Dani Berkovich’in yerine gelen çok sıcak, çok zeki ve enerjik, otuz beş yalında bir İsrailli... Güney Afrika’da geçen Noel’de yaptıkları tatilin kasetlerini seyrederken kendisinden öğrendiklerim:

- Güney Afrika’yı inanılmaz güzel bir yer olarak anlattı Ziv ve geçirdikleri tatil unutulmaz olmuş gerçekten. Büyük Beyaz Köpekbalığı dalışı (en uygun mevsim bizim yaz mevsimi, çünkü onlarda kış oluyor ve kışın deniz çok durgun oluyormuş. Onlar gittiğinde orada yazmış ve dalgalardan dolayı pek iyi fotoğraf ve film çekememiş maalesef) ve safari konusunda bilgiler verdi. Safari için gittikleri yer inanılmaz güzel, çok temiz, lüks, konforlu ve otantikmiş. Gecesi kişi başı dört yüz ABD doları olan odaları anlata anlata bitiremedi. “Beni bıraksan o odada iki hafta geçirebilirim, hiç dışarı çıkmaya ihtiyacım olmaz” dedi.
- Ziv’in çektiği filmde buffalolar, gündüz uyuklayan ve gece avlanan aslanlar, filler, ağacın tepesinde bir leopar vs. vardı. Gece tam cipin önünden yürüyen ve sadece ağustos böceklerinin sslerinin duyulduğu bir ortamda havayı koklayan, ava çıkmış mağrur erkek aslanların görüntüsü çok güzel ve çok ürkütücü idi. Düşünün gecenin karanlığı ve sessizliğinin ortasında, o vahşi ortamın gerçek sahiplerinin yanıbaşında dikilirken tüm güçsüzlüğünle sadece bir misafir olduğunu tüm benliğinde hissediyorsun. Sonra uzun süre aradıktan sonra bulabildikleri, bir ağacın tepesinde uyuyan ve halinden çok memnun görünen dişi leopar için “hayatımda bu kadar güzel bir hayvan görmedim” dedi Ziv.
- Bulunmaları ve yaklaşılmaları nispeten zor olduğu için aslan, leopar, buffalo, fil ve gergedan bir safariye gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken “Büyük Beş” (The Big Five) olarak anılıyormuş.
- Orada en tehlikeli hayvanlar ne aslan, ne leopar, ne de gergedanmış. En tehlikeliler fil ve babunlar. Babunlar uzun dişli, gerekirse et de yiyen, köpeği andıran maymunlar ve kampın içinde de rastlanıyormuş bazı zamanlar. Dikkatli olamk ve odadan her çıkışta güvenliğe haber vermek gerekiyormuş.

- Güney Afrika inanılmaz doğası ve arkadaş canlısı insanları ile çok ucuz yiyecek ve kıyafet fiyatları ile bambaşka bir yermiş. Yönetimi siyahlara verdikten sonra beyazların bir gün yönetimi tekrar devralma planları varmış. Niye mi? Çünkü kırk milyon kadar olan siyah nüfusun yaklaşık dörtte biri AIDS hastası imiş ve yakında siyahların bu hastalık yüzünden sayılarının iyice azalacağını tahmin ediyorlarmış.
- Ziv çitaların kanında yüzde otuz beş köpek özelliği olduğunu, evcilleştirilebilen tek vahşi kedi türü olduklarını anlattı. Bir kafese girip bir çitayı sevmiş ve çita bir kedi gibi “pur purr” yapmış. Sonra Ziv bir devekuşuna bnip koşturmuş. Kasetteki, plajdaki insanların yüzdükleri yere çok yakın, hatta yanına gidebileceğin kadar yakın bir yerde su üzerine çıkan balina görüntüleri de çok heyecan verici idi.
- Sonra “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filminin sonunda yerli adamın elindeki Cola şişesini fırlattığı yere gitmişler. Buranın adı “God’s Window”... Bu uçurumdan gökyüzünün açık olduğu bir zamanda bakıldığında ufukta, yaklaşık beşyüz km. uzaklıktaki okyanus bile görülebiliyormuş.
- Ziv dört yaşındaki kızı için deli oluyor. Karısı ve kızı bir ara buradalarken görmüştüm kızını. Süper bir İngilizcesi ve telaffuzu vardı. İnanılmaz enerjik, bir an bile yerinde duramayan sevimli bir çocuk. Ziv “çocuğun olmadan önce eşin senin için “bir numara”dır. Ancak daha sonra inan bana dostum çocuğun “bir numara” olur. Babalık duygusunu bir kez tattın mı artık çocuğun senin için herşeyden önemlidir. Onsuz geçen bir anım bile olsun istemiyorum” dedi.

Hayata iyi bakın

Blueman

09.08.2001

16.8.07

* Bir Nijerya Düğünü

Burada Chevron adlı petrol şirketindeki telefon santralinin bakım anlaşması çerçevesinde 3 sisteme teknik destek veren İlker arkadaşım ile ortak Nijeryalı dostumuz, bir petrol şirketinin bilgi sistemleri sorumlusu olarak uzun süredir çalışmakta olan Jude’un dünya evine girmesi nedeniyle düzenlenen çeşitli kutlamalarda davetli olarak bulunmak, bir zengin düğünü olsa da Nijerya’daki düğün gelenekleri hakkında gözlem yapabilme fırsatı sağlamıştı bana…

Bir Nijeryalı için oldukça iyi sayılabilecek bir iş pozisyonunda çalışmakta olan Jude, partiler, hızlı arabalar, geniş bir arkadaş çevresi ile dolu bir gençlik devresi geçirdikten sonra Adebiyi adında hoş bir kız ile hayatını birleştirmeye karar vermişti. Genç kız Lagos’ta, başta Golden Gate adlı 6 katlı Çin restaurantı, Lagos’un en ünlü oteli Eko Le Meridien’in casinosu, başkent Abuja’daki Sheraton ve Hilton otellerinin casinoları gibi pek çok eğlence yerinin sahibi olan ve anlaşılan hükümet kademelerinde ve iş çevrelerinde oldukça nüfuz sahibi bir babanın kızıydı. Buna rağmen dikkatimizi çeken, kızın asla zenginliğin verdiği bir şımarıklığa kapılmadığı, çok mütevazı, arkadaş canlısı ve sakin bir kişiliğe sahip olması olmuştu. İlker de ben de her ikisi için, özellikle de Jude adına, hayatını hatta çocuklarının ve torunlarının da hayatını kurtarmış olduğu için çok mutlu olmuştuk. Belki bizim katıldığımız tören eşine az rastlanır bir zengin düğünü oldu ama bazı geleneksel adetleri göstermesi açısından ilgi çekici idi.

Jude ve eşi önce kendi aralarında evlendiklerini ilan ettiler törenden aylar önce. Nijerya’da adet önce evlenmek, sonra maddi durumu düzeltince ve uygun bir zaman bulunca düğün törenini gerçekleştirmekti çoğunlukla.

Düğün töreni tüm aile, dost ve tanıdıkların katıldığı oldukça muhteşem bir tören oldu. Yüzlerce plastik sandalye ve birçok masanın bulunduğu açık bir alanda, yaklaşık 600-700 kişilik bir davet verildi. Bizim tören alanına varışımızdan 10 dakika kadar önce geleneksel bir olay gerçekleştirilmiş, ama biz maalesef tanık olup belgeleyememiştik. Bu olayda erkek tarafının tüm erkekleri, kız tarafının bulunduğu kısmın önünde yere yüzükoyun uzanıyor, okunan dua ve telaffuz edilen bazı geleneksel sözlerle ayağa kalkıp tekrar uzanıyorlar. Bu, kızın ailesine bir saygıyı ve kız istemeyi temsil ediyor. Geldiğimizde Özer ağabeyin üstü başı yer yer çamur olmuştu ve epey eğlenmiş olduğu yüzündeki gülümsemeden belliydi.

Jude, gelin ve damada ayrılmış bulunan hafif yüksek bir platformda bulunan sandalyesine oturup gelinin tören alanına gelmesini beklerken, sunucu/çığırtkan iki adet şişmanca kadın ellerindeki mikrofonla programı sunuyor ve insanlara bilgi veriyor, yer yer dualar okuyor, şarkılar söylüyorlardı. 5 adet “Talking Drum”, 2-3 başka tip davul ve bir de trompetten oluşan bir grup, kadınlara gereken yerlerde eşlik ediyorlardı. Kızın babası hayli nüfuzlu olduğundan yanıbaşında Lagos valisi ve ekibi oturuyordu. Bu nedenle onların önünde, sunucu kadınların ve davulcuların uzun süren bir para toplama girişimleri oldu.

Az sonra kendisini çevreleyen ve aynı tip mavi renkli geleneksel kıyafetler giymiş birçok genç kızla birlikte, başına örttüğü bir örtü ile ilerleyen gelin göründü.

Ağır ağır kızın babasının önüne gelen kortej, gelini damatla buluşturdu ve çift önce kızın babasının önünde diz çökerek babanın, ardından valinin hayır dualarını aldılar. Daha sonra aynı tören erkek tarafının aile büyükleri karşısında tekrarlandı ve dualara davetliler “Amen” şeklinde eşlik ettiler.



Gelin ve damat kendileri için hazırlanmış sandalyelere oturarak sırayla herkesin tebriklerini kabul ettiler. Bizim düğünlerimizdeki gibi tek sıra olarak yeni evlileri kutlayan davetliler, bizim düğünlerimizdekinden farklı olarak sürekli çalan davullar eşliğinde dans ediyor ve ortaya çok hoş bir görüntü çıkıyordu. Fotoğrafçılar ve kameramanlar ordusu sürekli faaliyet halinde idiler. Bu arada, akşam üzeri başlayıp sabaha kadar devam edecek partide tüm davetlileri dans ettirecek parçalar çalacak olan bir diğer müzik grubu için, işçiler alanın arka tarafındaki sahneye dev hoparlörler ve ses sistemleri yerleştiriyorlar, sunucuların kullanmakta olduğu mikrofon sistemindeki ısınmayı ise, amfinin üzerinde bulunduğu masanın başında oturan ve doğal bir fan görevi görmeye çalışan bir eleman, elindeki yelpaze ile sürekli yelleyerek gideriyordu.

Açık alanın birden fazla bölümünde yapılmaya başlanan yemek servisinde, tencereler içindeki etler ve pilav, hem sıraya giren insanlara hem de garsonlar tarafından masalara dağıtılmaya başlandı. Bu arada kırmızı, turuncu, mavi, pembe, sarı, bordo, beyaz ve yeşil gibi renklerdeki geleneksel kıyafetlerin içindeki yüzlerce davetli tam bir renk cümbüşü yaratıyordu. Yenildi, içildi, müzikler dinlendi, dans edildi… Herkes birbiriyle kaynaştı, gelin ve damat etrafa sürekli gülücükler saçmaktan yorulmuşa benziyorlardı.

Sunucular sürekli birşeyler anlatıyorlardı ve bazen bu anlattıkları kendi dillerinde olunca tabii ki anlamıyorduk, hatta İngilizce konuştuklarında da bozuk telaffuzları ve ses düzeninin kötülüğü nedeniyle bizim ne anlatıldığını anlamamız yine mümkün olmuyordu. Zaten pek fazla kişinin de dinlediği yoktu onları. Herkes kendi arasında konuşuyor, yemek ve içmek derdinde görünüyordu.


Daha sonra yeni evlilere gelen onlarca hediye, sunuculardan biri tarafından bir bir anons edilmeye başladı. Her bir hediyenin bir anlamı vardı ve bunlar sunucu tarafından açıklanıyor, dualar edilerek iyi dileklerde bulunuluyordu. Örneğin hediyeler arasında bulunan ve “yam” denilen bir tür patatesten kilolarca, şekerleme türlerinden paket paket, “kola nut” denilen acı bir yemiş türü, kızartılmış kuru balık kafaları, şaraplar, viskiler, tatlılar, ananas ve muz gibi meyveler görünüyordu hediyeler arasında… Bunların her birinin de evlilik için iyi bir temenni ile ilgisi vardı. Örneğin “evliliğiniz bu şekerlemeler gibi tatlı olsun”, “bu yemiş hem acı hem de tatlıdır, hayat ta öyledir. Evliliğinizde de hem acı hem de tatlı günleriniz olacak ama tatlı günleriniz çoğunlukta olsun.”, “evliliğiniz de bu şarap/viski gibi yıllandıkça güzelleşsin”, “bu meyve gibi verimli bir evliliğiniz olsun, bir sürü çocuğunuz olsun” gibi… Ama bu arada hediyeler arasında gözüme çarpan, marketlerde çokça rastladığımız türden birkaç kutu patates cipsinin ne anlama geldiğini ben anlayamadım doğrusu…


Daha sonra sahnede hazırlıklar devam ederken, sahnenin arka tarafında kendi kendilerine müzik yapar görüntüsü veren ve sokak çalgıcılarını andıran bir grup çalmaya başladı ve iki adet bayan dansçı huşu içinde dans ederek enerjiyi davetlilere de yaydılar ve tabii bahşiş toplamayı da ihmal etmediler. Onların müziği eşliğinde tören devam ediyordu. Sanırım esas grup çıkmadan önceki alt gruptu bu… Saatler süren müzikleri sırasında kendilerinden geçip kan ter içinde kaldılar. Düşündüm ki zaten müzik ve dans bu insanlar için bir nevi trans durumuna geçtikleri ve bu sayede tüm dertlerini unuttukları bir tür meditasyon sanki… Saatlerce dans edip müzik yapabiliyorlar ve ritim bir sure sonra tek düze halde, insanı transa geçiriyor. Onlar müzik yaparken gelin ve damat hafif hareketlerle salınarak dans ediyor, kendilerini çevreleyen davetliler üzerlerinden para saçıyorlardı. Bir zaman sonra ayaklarının altı yüzlerce banknot ile doldu. Bunlar birkaç kişi tarafından sürekli çuvallara ve taslara dolduruldu. Bu arada daha fazla sayıda para saçmak isteyenler için 1000 Naira karşılığında toplam 800 Naira değerinde 20 Nairalık banknot satan adam dikkatimizi çekti. Böylece mesela sadece 10 adet 100 Naira saçabilecekken, gidip bu adamdan 40 adet 20 Naira satın alıp daha bol sayıda para saçma mutluluğuna erişebiliyordunuz.

Karanlık bastırmadan önce güvenlik nedenlerinden ötürü ayrılmak zorunda kaldığımız bu törenden sonraki haftasonu önce kilisede orglu, korolu bir tören daha yapıldı. Bu törene katılan Özer ağabeyin aktardıklarına göre oldukça ruhani bir hava içinde geçen ve aynı zamanda toplu olarak şarkıların söylendiği ve dansların edildiği, oldukça eğlenceli bir törenmiş.

Bu törenin ardından, gelinin babası tarafından sahibi olduğu Golden Gate restaurantında yine yüzlerce davetliye bir yemek daha verildi. Bu yemek sırasında da yine paralar havada uçuştu, yemekler yendi, içkiler içildi, canlı müzik eşliğinde danslar edildi, iyi dilek konuşmaları yapıldı. Aile arasındaki yemekler, Jude’un bekarlığa veda partisi, gelinin kızlar arasında düzenlediği parti derken çeşitli kutlama, yemek ve törenlerle oldukça şaşaalı şekilde bir Nijerya düğünü daha yapılmış oluyordu.

Hayatın bir düğün coşkusunda kutlandığı günlerle dolu olmasını dilerim.

Hayata iyi bakın

Blueman

15.05.2001

* Hala ekvatora yakın ormanların üzerinde uçuyorum da... (Nijerya)

...bana mısın demiyorum kınalı yarim de amanın amman.

Sanırım “Afrika sıcakları muhabiri bildiriyor” başlıklı ve maddeler halinde Nijerya gözlemlerimi anlatan yazımın üzerinden, benzer bir yazı daha yazabileceğim kadar malzeme toplayabildiğim bir süre geçti. Ayrıca o yazıma eklemelerde bulunan Ümit Küçükoğlu’nun yazdıklarından bazılarını da daha detaylı yazmak istiyorum.

- Netaş’ta çalışırken 6-7 kez gittiğim ve bir keresinde de 3 hafta boyunca yaptığımız “site survey” sırasında pek çok köy ve şehrini gezme şansını bulduğum Bangladeş’te dikkatimi çeken bir olay burada da aynen karşıma çıktı. Sokaklarda bir kadın ve erkeği elele tutuşurken göremezsiniz, fakat adamlar bu açığı erkek erkeğe elele tutuşarak gideriyorlar ve ciddi görünümlü koskoca adamlar laylaylom elele dolaşıyorlar.
- Nijerya’da yaklaşık 360 kadar farklı kabile bulunuyor. Ümit Bey’in de dediği gibi tam bir mozaik. Bunlar arasında en önemli yeri ise Yoruba (Hristiyan), Hausa (Müslüman) ve İgbo’lar (yüzde 60 Müslüman, yüzde 40 Hristiyan) tutuyor.
- Kabilelerin kendilerine özgü işaretleri var ve bunlar arasında en belirginleri yüzlerinde taşıdıkları yara izleri. Sanırım daha bebekken yüzlere çeşitli yaralar işleniyor ve bu yaraların izleri ömür boyu bir kimlik gibi yüzde taşınıyor. Örneğin yanakta ağıza doğru uzanan üç parallel çizgi, gözlerden aşağı doğru uzanan birer veya ikişer çizgi, alında saçlardan kaşların ortasına doğru bir çizgi gibi...
- Kadınlar süslerine oldukça düşkünler. Genelde ağır makyaj yapıyorlar, ağır kokular sürünüyorlar ve çok şatafatlı rengarenk kıyafetler giyiyorlar. Uzun uzun tırnaklarında acaip canlı renklerde ojeler sürülü... Hatta geçenlerde bir tanesi abartıp uçakta yanımdakı koltukta ayak tırnaklarına oje sürdü.
- Yalnız çok kıvırcık olan saçları birbirine karışmış olduğundan, saç diplerine nüfuz ederek saç köklerini de besleyen multivitaminli şampuanlarla da saçlarını yıkama şansları olmadığından mıdır nedir çoğunda saç dökülmesi sorunu bulunuyor. Ve haliyle birçoğu peruk kullanıyor. Küçük gruplar halinde sıkıca örülmüş saçlara da çok rastlanıyor.
- Bir çok kişiden duyduğum "zencilerin hepsinin birbirine benzediği, ayırt etmenin zor olduğu" teorisinin nedenini sanırım buldum. Adamların yüzde doksan dokuzunun saçları sıfıra yakın kesilmiş ve saç tipi, rengi falan gibi bir ayırt edici faktörden yoksunlar. Sanırım o yüzden hepsi birbirine benziyor.
- Geçenlerde açılışı yapılan Sharp mağazasında geçtiğimiz haftasonu bir hırsızlık olayı yaşanmış ve hırsız kasadan bir miktar para çalıp kaçmaya yeltenmis. Lübnanlı kuaför arkadaşımızın gördüğüne göre adam bir Okada’ya (motorsiklet taksi) binip kaçmaya çalışınca ve şoför onun bir hırsız olduğunu anlayınca hırsızın dramı başlamıs. Önce etraftaki birkaç, daha sonra birden orada toplanıveren 200 kadar Okada sürücüsünden feci şekilde dayak yiyen ve üzerindeki kıyafetleri parçalanarak çırılçıplak kalan adam üzerine benzin dökülerek yakılmaya çalışılmış. Mağazanın güvenlik görevlileri adamı mağazaya çekip hayatını kurtarmaya çalıştıkça, çılgınca tezahürat yaparak adamı dışarı çeken vahşi kalabalık, kibriti çakıyor çakıyor, ama adam çıplak olduğu için bir türlü alev almıyormus. Elbiseleri üzerinde olsaydı sanırım şu anda hayatta olamayacaktı.
- Yukarıda bahsettiğim kabilelerin de tabii birer şefleri yanı “Chief”leri oluyor ve bu hatırı çok sayılan adamlar, bazı şirketlerin üst yönetimlerine gelerek hükümet birimlerinde, bakanlıklarda ve önemli organizasyonlarda iş takibi yapıp adam satın alıyor, şirketlerine iş getiriyorlar.
- Ayrıca hacca giden müslümanlar “Al Haji” yanı “hacı” unvanı kazanıyor. Ve bu ünvanı isimlerinin başında gururla taşıyorlar.

- Ümit Bey’in de bahsettiği Zuma Rock, çok büyük ve tek kütle halinde bir kaya parçası. Bir dağ görümünündeki bu kayaya doğal bir hazine gözüyle bakılıyor ve 100 Naira üzerinde resmi basılı. Ülkede buna benzer ama daha küçük bir çok tepe var. Ben bunların çok eski zamanlarda buralara düşmüş göktaşları olduğunu tahmin ediyorum.
- Geçen Pazar Eleko Beach’e gidip yağmurda okyanus kıyısında ata bindikten, mangalda mısır kızartıp, çocukların önünüzde kesip size sundukları hindistan cevizinin suyunu içip, içini de kemirdikten ve sahilde ilginç deniz kabukları toplayıp, bir sezlongda Star birası içip ufukta çakan şimşekleri izledikten sonra eve dönerken, 60 km.lık dönüş yolunda yol kenarında ilgimi çeken bir manzara ile karşılaştim. Ama olduğunu düşündüğüm şeye pek ihtimal vermeyip bunun bir göz yanılması olduğunu düşünüp yoluma devam ettim. Ertesi gün, o gün kendisi de arkadaşları ile sahilde olan Genel Müdürümüzden onun, olduğunu düşündüğüm şey olduğunu öğrendim: Büyük ihtimalle hırsızlık yapmaya yeltenmiş ve halk tarafından üzerine bir araba lastiği geçirilip benzinle ateşe verilerek yakılan, kömür halindeki bir adamın cesedi...
- Geçenlerde yatak odama giren küçük kertenkele neyse gece fazla ötüp beni uyandırmadı.
- Etrafımdaki tüm yaşam biçimlerine saygı duyduğumdan burada gerçekten çok büyük olan ve ilk görüşümde hep beni ürperten hamamböceklerine ve bazı örümcek türlerine hiç dokunmuyorum. Eskiden olsa hemen ilaç veya darbe yoluyla oldururdum. Şimdi bırakıyorum, uzaktan izliyorum onları...Zaten bir süre sonra gözden kayboluyorlar. Aslında onlar da benden korkuyorlar.
- Kaldığımız sitede bazılarının daha önce gördüklerini söyledikleri kedi büyüklüğündeki farelere ben rastlamadım henüz.
- Geceleri, aydınlatma direkleri olmayan sokaklar iyice karanlığa büründüğünde, sokak satıcılarının minik tezgahlarında yağ ve petrol kandilleri yanmaya başlıyor ve bunların onlarcası yanyana geldiğinde uzaktan tatlı bir manzara oluşturuyorlar.
- Burada çokça rastlanan dolandırıcılık öyküleri var.
Bunlar için polisin kullandığı kod olan 419, halk arasında da bu olaylardan "419" olarak bahsedilmesine yol açmış. Bunlara birkaç örnek: Otel odasına sabahın köründe gelen ve şirket arabasının sizi alacağı saatin değiştiğini haber veren bir telefon ve ardından bindiğiniz arabanın sizi kaçırıp fidye isteyecek kişilere ait olması...Eski diktatörlük yönetimi sırasında kazanılan milyonlarca dolar tutarındaki bir miktar paranın yurt dışına çıkarılması için sizin hesabınıza yatırılacağı ve sizin de paranın belli bir yüzdesini alacağınız şeklinde bir e-mail veya faks almanız. Tabii boş bulunup hesap numarası veya şifre verilmesi durumunda hesabınızın hızlıca boşaltılması...Ya da sadece ilk işlemler için gereken 5-10 bin doları sizden istemeleri, sizin de havadan gelecek milyon doların büyüsüne kapılıp bu parayı göndermeniz ve bir daha yüzünü görememeniz...Kredi kartı kullanmak da burada oldukça sakıncalı.
- Uçağınız gece saatlerinde kalkacaksa, havaalanına yanınıza, belirli bir miktar para karşılığı, silahlı bir asker alarak gidiyorsunuz. Zira geceleri özellikle havaalanı yolunda beyazların bulunduğu arabalar yoldaki bir barikat ile veya yaklsan bir arabadan lastiklere ateş açılarak durduruluyor ve tüm para, değerli eşyalar, kıyafetler vs. alınarak alemden aleme akılıyor.

- Nijerya gerçekten çok yeşil bir ülke...Uçaktan bakıldığında yüzlerce kilometre boyunca toprağın hic gözükmediği, tüm coğrafyanın yemyeşil bir örtüyle kaplı olduğu görülüyor. Özellikle güney bölgelerinde tropikal ağaçlar oldukça yoğunlaşıyor ve bitki örtüsü vahşileşiyor. Nijerya bir yeşil, bir beyaz, bir yeşil banttan oluşan bayrağındaki yeşili bu bitki örtüsünden ve bir tarım ülkesi oluşundan almış.
- Geçen yazımda bahsettiğim Türk gemisi Ş.Araz'in terkedilmiş olarak limanda bağlı olduğunu ve içinde insanların yaşadığını biliyorsunuz. Geçenlerde öğrendiğime göre bir ara geminin içinde bir gece klübü bile açılmış ama sonra kapatılmış. Adamlar çok "cool" yaa...
- Burada bir hata işleyen, verilen görevi yapamayan ya da eline yüzüne bulaştıran (çok dikkatli olmazsanız, ne istediğinizi defalarca ve karşıdakinin anladığından iyice emin olarak anlatmazsanız büyük ihtimal sonuç bu olacaktır) bir Nijeryalı'nın yüzünde en ufak bir kızarma (zaten siyah adamın yüzü kızarmaz, kızarsa da görünmez) bir yutkunma, utanma belirtisi göremezsiniz. Sadece son derece sakin bir şekilde güler ve bin bir türlü mazeret sıralar. O yüzden ülser olmamak için önlemini en baştan alacaksın.
- Nijerya’da nereye bakşam aklıma hep benzer tip düşünceler geliyor:
“Hayat bir yolunu bulacaktır”
“Herşey mümkündür”
“Hayat bir mucizedir”
“Günü yakala”

Hayata iyi bakın

Blueman

13.09.2000

* Başka bir coğrafyadan notlar (Nijerya)

Nijerya'nın Lagos şehrinden, ansiklopedilerde bulunamayacak ayrıntılar...

- Nijerya dünyanın en fakir 24. ülkesi…
- Yüz kişiden sadece 6’sı sigara içiyor. En yaygın sigara Benson&Hedges.
- Para birimi Naira ve yüz Kobo’dan olusuyor. 1 Amerikan Doları 103 Naira, yani Türk Lirası’ndan 6.000 kat değerli. En büyük banknot 100 Naira. Ancak 20’lik ve 50’likler daha çok kullanılıyor. Diyelim ki 500$ maaş alıyorsunuz, yani 50.000 N civarında, size maaşınızı 100 adet 20’likten oluşan 25 tane deste olarak verebilirler ve bunun için kocaman bir çantaya ihtiyacınız olur. Bazen lüks restoranlarda kabarık gelen hesabı ödemek için insanlar yanlarında çanta ile gidiyorlar yemeğe ve hasabı öderken paraları sayıp vermek için uzun süre uğraşıyorlar. Sonra garson paraları yine uzun sürede sayarak teslim alıyor. Öyle karşılıklı para sayıp duruyorsunuz.
- Paralar o kadar kirli ve mikrop dolu ki her para ellemenizden sonra ellerinizi dezenfekte etmeniz gerekiyor.

- Biz bir bavulla tatile giderken onu doğal olarak elimizde taşırız değil mi? Burada kesin kafalarının üzerinde taşırlar, çünkü insanlarda nesneleri kafalarının üzerinde, üstelik elleriyle tutma gereği hissetmeden taşıma alışkanlığı çok yaygın. Son derece dengeliler ve kafalarında kendi boylarınca üst üste dizilmis kovaları veya kocaman paketleri taşır vaziyette elleri serbest olarak gayet rahat koşabilirler. Bu sabah adamın teki bir deodorantı kafasında taşırken ise gülmekten alıkoyamadım kendimi, çünkü onu taşır gibi değil de sanki deodorant kafasına düşmüş, adam da farkında değilmiş gibiydi.
- Dilencilik büyük şehirlerde çok yaygın. Ama bundan daha fazla insan ufak da olsa aklınıza gelebilecek herşeyi satarak para kazanmaya çalışıyor. Adam elinde bir tek saatle bütün gün dolaşıyor. Belli ki onu satsa gününü kurtaracak. Satılanların nereden bulunduğu meçhul. Sokaklarda binlerce insan binlerce çeşit mal satıyor.
- Bazı bölgelerde gün boyu trafik problemi var. Bizim köprüde yaşadığımız felaket, burada sarı renkli minibüslerin yolcu almak için uzun süre bekleyip yolu daralttıkları bölgelerin kilometrelerce gerisine doğru adım adım ilerleyen bir trafik şeklinde yaşanıyor. Arabaların arasında ise yüzlerce satıcının yarattığı bir insan seli var. Satılan yüzlerce malzeme arasından karnınızı doyurabilir, suyunuzu içebilir, kaset ve CD’lerinizi alabilir, ev eşyalarınızı temin edip, her tür hediyeliği alabilirsiniz. Bana en ilginç gelen de bazı adamların pantalon ve ayakkabı satmaları oldu. Zira ilerleyen trafikte insaların arabanın içinde pantalon ve ayakkabı denemeleri görüntüsü komik geldi. Yolların bu kısımlarına “Go Slow Market” deniyor.

- Lagos sehrinin okyanusa kıyısı, göz alabildiğine uzanıp giden bir kumsal seklinde ve Bar Beach denen bu kısımda yine birçok seyyar satıcı, küçük hasir tenteler altındaki şezlongları kiralayıp, yiyecek ve içecek getiren kimseler, at kiralayan tipler ve deniz kenarında yürüyüş yapmaya gelen halk bulunuyor. Özellikle haftasonları çok kalabalık oluyor.
- Sokaklarda işemek çok doğal karşılanıyor. Sıkıştığın yerde hemen işini hallediyorsun, çok rahat, oh ne rahat…
- Araçların tamamına yakını vuruk, orası burası dökülen araçlar. Özellikle toplu taşıma araçları yüzlerce defa vurulmuş gibi, camları kırık veya camsız dolaşıyor. Egzoslarından simsiyah dumanlar yükseliyor.
- Minibüsler, havalandırma açısından arka kapıları açık gidiyorlar.
- Kamyonların neredeyse hiç biri sağ şeritten gitmiyor, hepsi de salına salına sol şeritte ısrar ediyorlar.
- Suya: İnce dilimlenmiş sığır etinin baharatlarla kızartılması, küçük parçalar halinde ve soğan, patates kızartması ve acı sosla servis edilmesinden oluşan çok lezzetli bir yemek.
- Lagos’un 60 km ilerisinde cok uzun bir sahil şeridi ve kumsal var. Dev okyanus dalgalarının bembeyaz köpürdükleri, gürül gürül gürüldedikleri kumsalın gerisinde palmiyelerden oluşan orman başlıyor. Bar Beach’teki imkanlara ek olarak burada, önleri açık denize bakan bir verandaya açılan, hasır barakalar kiralayıp seyyar satıcılar tarafından rahatsız edilmeden bütün gün bira içip fıstık yeme, çalgıcılardan çeşitli parçalar dinleme, şekerleme yapma, suya, balık vs. yeme ve mangal yapma olanağınız da bulunuyor. Yine okyanus kıyısında ata binebilir, dev dalgalarda eğlenebilirsiniz (dikkatli olmazsanız dalgalardan epey dayak yiyebilir, hatta boğulup gidebilirsiniz)
- Bu bölgede kıyının 10 m. kadar ilerisinde derinlik büyük bir eğimle, hatta düz bir duvar gibi artıveriyor. Dev dalgaların dibe doğru yarattığı ters akıntılara kapılıp gitmek oldukça kolay. Geçen aylarda dalgaların içinde fotoğraf çektirmeye çalışırken 5 kişilik bir ailenin bir anda gözden kaybolduğu yer burası. Buraya zamanında büyük bir göktaşının düştüğü tahmin ediliyor. Dünyanın buna benzer 3-4 noktası var.
- Atlantik Okyanusu’nun bu bölümlerinde "Gulper Shark" köpekbalıkları çoğunlukta. Önlerine gelen herşeyi mideye indirdikleri için bu adı almışlar.
- Denize dökülen yemek artıklarını birbirlerini parçalarcasına paylaşan kırmızımsı köpekbalıklarını, petrol platformlarından aşağı baktığınızda görebiliyormuşsunuz.
- Buradaki halk bir zamanlar çok çalışkan ve dürüst bilinen bir halkmış, ancak petrol bulunduktan sonra ülkenin bir rüşvet ortamına dönüşmesi nedeniyle şu anda insanlarda işten kaytarma, kısa yoldan köşe dönme, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık eğilimleri had safhada. Hatta geçen sene, uzun süren askeri rejimden sonra ilk kez seçimleri kazanıp başa geçen demokratik başkan, yolsuzluğa karşı kampanya başlattı.
- İnsanların çoğunda neşeli bir hal gözleniyor. Özellikle herkes herkesin arkadaşı burada (bu gibi, dengelerin her an değişebileceği ülkelerde herkesle iyi geçinmelisin) ve karşılaştıklarında sanki birbirlerini yıllardır görmüyorlarmış gibisinden hasretle selamlaşıyorlar.
- 36 eyaletten oluşan ülkede, her eyaletin özerk bir valisi bulunuyor.
- Son zamanlarda kuzey eyaletlerinde kendilerine şeriatı bir yönetim biçimi olarak seçme eğilimi başgösterdi, ancak güney eyaletleri şeriatı reddediyorlar.
- Burada da bir nevi “Carpe Diem” felsefesi uygulanıyor çoğunlukla…Ama biraz “Gününü Kurtar” gibisinden…”Aman abi ben bugünü kurtarayım (şu elimdekileri satayım, şu adamdan para isteyeyim, rüşvet alayım vs) da yarına Allah Kerim” yani…
- Yabancı işadamları genelde Lagos’un Victoria Island bölgesinde yaşıyorlar. Burası karaya uzun köprülerle bağlanmış bir ada gerçekten ve güvenlik bakımından oldukça iyi. Geceleri yalnız başınıza ada dahilinde gezip tozabilirsiniz. Ancak adanın dışında gece vakti arabanızın önünün kesilip başınıza bir tabanca dayanması ve eve, üzerinizde bir tek donla yürüyerek dönme olasılığınız var. Kaçırılmak da bir beyazın yaşayabileceği en büyük maceralardan biri olabilir.- Büyük ve renkli kertenkelelere lüks bir otelin havuz başında bile rastlanabiliyor, ortama egzotik bir hava veriyorlar.
- Genellikle çayırlarda yaşayan bir tür sivrisinekte daha fazla olmak üzere, bu küçük hayvanlarda malaria (sıtma) bakterisi bulunma olasılığı çok yüksek. Beyine tesir ettiğinde öldürebilen, kandaki alyuvarlara saldırarak tahrip eden, terli terli titremeye yol açan bir hastalık. Haftada bir hap alarak korunmak mümkün. Hastalanırsanız da yoğun kinin tedavisiyle kurtulunuyor.
- İnsanlar birbirlerini yılan gibi “Sssssss” diye çağırabiliyorlar. Bizdeki “Şşşşt baksana”nın karşılığı.
- Mevsimler de biraz farklı. Mayıs-Ağustos arası yağmur mevsimi, ardından kuraklık öncesi mevsimi, kuraklık mevsimi, Harmatan (çöl tozları ile kaplı gökyüzü) mevsimi ve yağmur mevsimi öncesi gibi mevsimler yaşanıyor.
- Yağmurlar bardaktan değil kovalardan boşalırmışçasına yağıyor.
- Trafikte bir arabanın aniden alev aldığını ve oracıkta kül olduğunu görebilirsiniz. Çok eski ve bakımsız arabalarda yangın söndürücünün olması ise düşünülemez bile.
- Bizim bazen yollarda rastladığımız trafik kazasına kurban giden ve günlerce oracıkta kalıp ezile ezile incecik olan kedi veya köpek cesetleri burada yerini başka canlılara bırakabiliyor: İnsan…
- Bu fırsatlarla dolu ülkede yabancılar arasında genellikle İsrailliler, Lübnanlılar ve Hintliler çoğunlukta. Zaten tüm dünyada, nerede fırsat varsa oraya hücum edenler de hep bunlar değil mi?
- Okada: Bizdeki “Kelle Koltukta Turizm” gibi bir havacılık şirketi. Bu yüzden yollarda cirit atan yüzlerce motorsiklete de Okada deniyor. Okada’larla deli gibi bir trafikte kasksız, bir de yükleriyle beraber yolcu taşınıyor. Bazen bir motorda 4 kişi görebilirsiniz. Sürücüler, tabi ki kasksız ve bazen önlerine bile bakmadan kullanıyorlar. Yine de bu motorlara binmiş canına susamış beyazlara rastlanabiliyor, onlar artık buralı olmuşlar canım…
- Her gün Lagos ve başkent Abuja arasında 3-4 kez dolmuş uçak seferleri var. Bellview, Chanchangi, EAS, Air Contractor ve Pan Africa gibi şirketler eski Doğu Bloku ülkelerinden gelme Boeing 727’ler ve pervaneli uçaklarla seferler yapıyorlar.
- Güneyde Port Harcourt, Warri, Escravos gibi yerler en çok petrol aranan bölgeler. Ancak sürekli güneydeki kolay yerlerden petrol çıkarmadıklarını göstermek için, petrol şirketleri kuzeyde de paravan ofisler açıyorlar.
- Bazı bildiğimiz petrol devlerinin ülkeden çıkardığı petrolün yarısını çaldığı söyleniyor.
- Ülkenin geçen diktatörlerinden Abiola’nın İsviçre bankalarına kaçırdığı 22 Milyar dolarlık servetine el konulmaya ve hesapları dondurulmaya çalışılıyor. Her başa gelen böyle böyle götürmüş işte..
- Mango, ananas, hindistan cevizi, papaya, avokado, karpuz, bol sulu portakal, “lime” denen bir limon türü, mandalina pazarlarda bulunabilen meyveler. Bir de küçük bir kavun olan ama kabuğu çok ince olup elma gibi soyulan bir meyve var. Marketlerde de acaip pahalı fiyatlarla kayısı, şeftali, üzüm, elma ve kiraz bulunabiliyor. Ben geçenlerde tanesi 750.000TL'ye denk gelen bir tane kayısı aldım kendime (bir tane kayısı evet...Üç gün boyunca dilimler halinde idareli idareli yedim işte J )
- Haftasonları herkesin çılgınca eğlendiği gece klüpleri, bar ve diskotekler de (Club Towers, Pancho Villa, Outside Inn, After Hours, Ynot, Tribes) Victoria Island’da bulunuyor. Gerçekten çeşitli milletlerden, değişik ırklardan ve renklerden gençlerin bir arada eğlenmeleri ve dans etmeleri güzel bir manzara...
- Genelde beyazlara “Masta” (Master) diye hitap ediliyor sokaktaki adam tarafından…
- Hemen yanından, şehrin en işlek yollarından birinin geçtigi limanda bir Türk gemisi demirli... İsmi S.Araz olan ve isminin altında “İstanbul” yazan gemi buraya terkedilmiş dev bir yük gemisi. Zamanında buraya pirinç getirmişler, ama yolda su alan pirinçler heba olmuş. Pirinçleri getiren şirket ve gönderici arasında çıkan anlaşmazlık sonucu gemi burada alıkonulmuş ve zamanla çürumüş gitmiş. İp merdivenlerle gemiye tırmanan sokak insanları gemiyi koca bir otele döndürmüşler. En azından Büyükelçiliğimiz geminin ismini ve İstanbul yazısının üzerini boyayla kapatsa diyorum...

- Sabah işe giderken trafiğin sürekli tıkandığı bir bölümdeki yüzlerce satıcı ve dilenci içinde dikkatimi çeken, sürekli gülen, geçen her arabaya selam veren ve "günaydın" diyen bir özürlü var. Belden aşağısı tutmadığı için hayata bir metre yükseklikten bakmak, elleri yardımıyla çok güçlükle hareket etmek ve bütün gün egzos dumanı yutmak zorunda kalan bu güleryüzlü genç 5-10 Naira için deli olurken, sırf kendini acındırıp para toplamak yerine herkese gülücükler dağıttığı ve sabah neşesi verdiği icin yüzlerce Naira’yı hak ediyor. Ona bakıp da sahip olduğumuz nimetlere, sağlığa ve durumumuza şükredip, her sabah gülümseyerek uyanması gereken bizler bu arkadaşımdan yaşama sevinci dersi almalıyız. Ben içinde bulunduğum kötü bir duruma isyan edecek gibi olduğumda hep aklıma onu getiriyorum artık ve gülücükler saçan yüzü ile bana, kafama takmamam ve şükretmem gereken şeyleri hatırlatıyor.

Hayata iyi bakin

Blueman

11.07.2000

* Ekvatora yakın bir yerlerdeyim de ammanın amman (Nijerya)

Gato sıcağın nemle birleşip daha da bir kavurduğu, rüzgarın insanın tenine biber sürdüğü bir diyarda, denizin daha önce hiç şahit olmadığı bir biçimde devasa adımlar attığı okyanus kıyısına ulaşmıştı. Ayaklarının altındaki kumlar dev dalgaların kıyıyı dövmesinin etkisiyle dipten sarsılıyorlardı. Evrenin sonsuzluğu yanında bir hiç sayılabilecek bir süre bulunduğu en son diyarlardaki gibi masmavi değildi denizin rengi... Kahverengiye çalan bir mavi hala mücadele veriyordu kıyılarda, ama derinlere baktıkça o mavinin daha önce hiçbir yerde görmediği bir mavi olduğunu farketti. Hemen 150 m. gerisindeki kalabalık, kirli, gürültülü ve telaşlı şehirden okyanusun derinlerine daldı hayalleri...

Okyanus insanı transa geçiriyordu. Elindeki büyük açık yeşil şişenin içindeki Star marka yerel bira, dumanı okyanus rüzgarıyla hemen dağılan puro ve çok sıcak bir günün hala terleten öğleden sonrasının hararetli esintisi de bunu destekliyordu. Etrafta dolaşıp duran, kumlarda oturup okyanusa bakarak kimbilir ne hayaller kuran, arkadaşları veya sevgilileri ile yürüyüş yapan onca koyu renkli derili insan, akla gelebilecek herşeyi satan seyyar satıcılar ve kıyıda yanyana sıralanmış yüzlerce şezlongun, plastik masa ve sandalyelerin sahipleri de bu trans halinin her yanını sarmasına neden oluyordu. Arada bir rüzgarla yüzüne vuran tuzlu deniz suyuna rağmen.

Bu “her an herşeyin olabileceği” ilginç diyarda, uzun bir süre geçirdiği iki kıtanın buluşma noktası olan önceki mekanındaki insanların tersine birbirini tanımayan insanların bile birbirlerine “günaydın” ve “merhaba” deme alışkanlıkları vardı. Burada sanki herkes birbirini daha önceden tanıyor ve herkes birbirinin arkadaşı gibiydi. Birbirini tanıyan insanların dikkat çekici bir biçimde kahkaha ve sevinçle selamlaşmaları, el şaklatmaları, ilginç sesler çıkarmaları ise görülmeye değerdi. Sanırdınız birbirlerini yıllardır görmüyorlar.

Müziğin geldiği tarafa başını çevirdi. Daha önce de önünden geçen, kumsalda bir aşağı bir yukarı turlayıp duran, bir omuzunda asılı çantasında aküsü, diğer elinde aküden beslenen ve sesi sonuna kadar açık portatif bir kasetçalar ve birkaç kaset taşıyan “seyyar disko” genç, az ileride eğlenmek isteyen bir arkadaş grubu tarafından bir süreliğine durdurulmuş ve artık ılımaya başlayan kumlar üzerinde çıplak ayaklarla dans başlamıştı. Gato merak edip yaklaştı ve elinden tutup kendisini dansa davet eden bu güleç yüzlü insanlarla bir süre dans etti. Birbirlerini daha önce hiç görmemiş ve belki de bir daha hiç görmeyecek olan bu farklı insanlar sadece o anın coşkusunu paylaştılar bir süre için. Ve sonra Gato onları selamlayarak aralarından ayrıldı. Buralarda çok popüler olan Sisqo adlı grubun “Unleash The Dragon” adlı şarkısı eşliğinde dans eden gençlerin sesleri yavaş yavaş uzaklarda kaldı.

Müthiş bir açlık ve fakirlikten gelen ve doğal olarak para ve menfaatin kendileri için büyük önem taşıdığı ve herkesle iyi geçinmek, herkese selam vermek ve “gününü kurtarmak” zorunda olan bu insanların vahşi, neşeli ve doğal ruhlarına hayranlık duydu bir süre. “Keşke uygar yaşam onları bu güzel ve saf doğalarından uzaklaştırmasaydı” diye geçirdi içinden.

Sonra düşünmeden de edemedi. Burada insanların göstermelik de olsa birbirlerine selam verip gülümsemeleri için bir sebep vardı. Ama o iki kıtanın buluştuğu yerdeki sokaklarda asık suratlarıyla dolaşan, aynı apartmanda oturup da birbirlerinden haberleri olmayan, aynı işyerinde çalışıp da birbirlerinden bir selamı ve güleryüzü esirgeyen insanların böyle davranmalarındaki sebep neydi? “Neyse canım vardır elbette mantıklı bir sebebi...” diye geçirdi içinde ve artık çökmekte olan karanlığın siyaha boyamakta olduğu şehre doğru yürüyüp gözden kayboldu.

Hayata iyi bakın

Blueman

05.06.2000

Not:

1- Bu bir Blueman yazısıdır ve imzasıyla birlikte forward edilmesinde bir sakınca yoktur.
2- “Hayata iyi bakın”;
a. Hayata iyi, güzel, olumlu bakın, pozitif olun
b. Hayata dikkatli bakın ve görülmesi gerekenleri görün, gerçek olmayan görüntülerle zaman kaybedip, gerçekleri gözden kaçırmayın
c. Hayata değer verin, her türlü hayatı koruyun.
anlamlarında yorumlanacak çok eski bir Mısır deyişi olsaydı belki daha iyi olurdu ama tamamen benim uyurduğum, ama yine de yukarıdaki anlamlara gelen bir özdeyiştir.

3- Blueman is a man who usually feels blue.

Blueman’in eylemleri devam edecektir.

15.8.07

* Bir İstanbul Gezintisinden Notlar

Harika şehrimiz İstanbul’un yazdan kalma bir gün yaşadığı bir sonbahar gününde onun bağrına atmıştık kendimizi. Kadıköy’den, martıların kovaladığı bir vapurla geçtiğimiz Eminönü, belediyece uzaklaştırılan seyyar satıcıların ve teknede balık ekmek satanların yokluğunda daha bir tenha gözüküyordu göze. Yine de etini koparmışlar gibi çığlık çığlığa birkaç seyyar satıcı, yaya alt geçidinin tavuk döner, lahmacun ve ter kokularıyla yoğunlaşmış havası, köprüde yanyana dizilmiş balık oltalarının ucunda türlü hallerde insanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, yaya geçidi olsun olmasın yollarda gezinen, koşturan onlarca insan, Eminönü meydanının vefakar ve cefakar güvercinleri, geçen haftaki 8 trilyonluk loto hayalleri suya düşenlerin, artık 1,5 trilyona tenezzül etmeyip uzun sıralar oluşturmadıkları Nimet abla gişesi gibi bileşenlerden oluşan hareketli tablonun içinden geçip Tahtakale’de iğne atsan yeryüzüne ulaşmayacak kalabalıkla kucaklaşmıştık. İnsanın arada sırada yaşaması gereken bir duygu bu sanki... İnsan kendini garip bir güvende ya da ne bileyim bir şeylere aitmiş gibi hissediyor... Kocaman, kalabalık bir şeye... Tabii hırsıza, uğursuza, dikkatsize karşı da çok dikkatli olmak kaydıyla.

İncik boncuk almak için girdiğimiz bir dükkanda tam 18 adet boncuklu bilezik alan karısına Fransızca “Koleksiyon mu yapacaksın?” diye seslenen esmer, göbeği yarım metre ötedeki tezgaha değen adam, kasanın yanında dikilen gence kolundaki saati göstererek “Ne o hemşerim gözün saatte kaldı bakıyorum” diye seslenir. “Bu saat burada kaç para biliyon mu sen?” ile başlayan muhabbet, sonraki beş dakika boyunca saatin buradaki ve adamın yaşadığı ve bir şirket sahibi olduğu İsviçre’de ne kadar ettiğinin (8 bin dolar) hesaplanması ile geçer. Karısına yine Fransızca “Al oradan iki tane daha da 20 etsin bari” diyen adam cebinden çıkardığı tomarla paradan iki yirmilik atar tezgaha... O zamana dek adamla muhatap dahi olmayan kasada oturan beyaz saçlı temiz giyimli yaşlıca adam ardından burun kıvırır bu başarılı işadamımızın...

Tahtakale’deki kalabalığın arasında yürürken bir an için oluşan boşlukta, esmer, bıyıklı, göbekli ve gömleğinin yakası göbeğine kadar açık bir adam, serçe parmağı kalkık şekilde kulağına tuttuğu minnacık cep telefonunda, karşı taraftaki adama “bak ebe..... .mı.. ...tiğiminin evladı” şeklindeki bir hitabı yumuşacık bir ses tonuyla söyleyerek geçer yanımızdan...

Gülmemiz geçtikten sonra köşedeki kelek kavun satıcısından aldığım ve bütün gün elimde dolaştıracağım minik keleğime kavuşurum. “Salatalık gibi tadı var, ver keseyim abi” der satıcı, ama o o kadar sempatik ki nasıl kestiririm onu. Tahtakale’de artık seyyar satıcılar küçük tezgahlarını da bırakmış, onun yerine sattıkları ürünlerin fotoğraflarının yapıştırıldığı kartonları tutmaktadırlar ellerinde.

Mısır Çarşısı’nın kapısından girer girmez sağ taraftaki aktardan badem ve fındık alırken, içerdeki bir genç, bana kuruyemişleri veren gence “Seni anlamıyorum abi, seni anlamak rüzgarlı bir havada kibritle sigara yakmaktan daha zor” der.

1901’de Rum kökenli Pandeli’nin kendi adıyla açtığı ve şimdiki yerine (Mısır Çarşısı’nın Eminönü kapısının üstü) 1956’da taşınan restoranın meydan veya çarşı manzaralı masalarından birinde patlıcanın içine yedirildiği ve üzerine bir dilim döner yatırılarak servis edilen börek ağzımızda erir. Ta o zamanlardan beri işletmede çalışan Cemal bey burada yemek yemeye gelen Celal Bayar’ın fotoğrafını gösterir gururla.
Kapalıçarşı’da Deli Kızın Yeri’ne kısa bir ziyaret ve hemen karşısındaki ufacık kahvecide birer yorgunluk kahvesi... Fes Kafe’nin kapılarında sallanan, renkli parlak mikalardan yapılmış şık sineklikleri oluşturan parçalardan sadece bir tanesinin 180 Milyon TL. olduğunu öğreniriz.

Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkıp sola döndüğünüzde yüz metre ilerideki Subaşı esnaf lokantası ise geçen sene en iyi 10 ev yemeği mekanının birincisi seçilmiştir bir gazetenin oluşturduğu bir gurme heyeti tarafından. Fazla aç olmadığımızdan ısmarladığımız elma kompostosu, içindeki birer dilim muz ve kivi, bir parça portakal ve nar taneleri ile buz gibi çok iyi gelir. 1959 yılından beri hizmet veren lokantanın sahibi Veysel bey 1991’de vefat etmiş ve ilk zamanlardan beri yanında çalışan beyefendi hala işletmenin başındadır...

Mahmutpaşa’daki Vakko’da bir eşarp için uzun süre beklediğimiz kasa kuyruğunda elimdeki açık ve koyu yeşil çizgili kelek kavunumu elden ele atarken yere düşürürüm birden. Bayanların ayakları arasından ta kasanın önüne kadar giden kavunuma ulaşmanın yollarını ararken, biraz geride bekleyen bir adam “Hanım bir izin ver de adam topunu alsın” der Allah razı olsun.

Mahmutpaşa’nın çılgın kalabalığı arasından devam eden yürüyüş Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bahçesinde, birer Türk kahvesi eşliğinde içilen nargilenin hoş kokulu dumanları arasında mola alır.

Galata Köprüsü’nün altında insanlar gün batımına karşı biralarını yudumlamakta, balıkların tadını çıkarmaktadırlar. Bu arada yukarıdan sallandırılan oltalardan birinin ucunda bir balık daha çırpınarak yukarı çekilmektedir.

Karaköy Güllüoğlu talep olmadığı için, artık harcında ve şerbetinde ceviz, damla sakızı, zencefil, çörekotu, hindistancevizi, kakule, karafil suyu, kişniş, safran, salep, tarçın ve portakal kabuğu olan Hekimbaşı baklavası çıkarmamaktadır.

Karaköy’den kalkan vapur Haydarpaşa iskelesine uğramak için pervanelerini durdurduğunda, iskelenin karşısındaki mendireğin üzerinde tek sıra şeklinde dizilmiş yüzlerce karabataktan birinin kurutmak için açtığı kanatlarının arasından batar güneş bir kez daha. Vapur, yeniden çalışmaya başlayan pervanelerin kabarttığı suları ardında bırakarak ilerlemeye başlarken, gözüm karayla bağlantısı olmayan mendireğin duvarı üzerinde yanyana dizilmiş martı ve karabatakları umursamaz şekilde külhanbeyi tavırlarla yürüyen bir kediye takılır. Artık rahatsızlık vereceği kadar yaklaştığı kuşlar birer birer duvarın üzerinden hemen aşağıdaki kayaların üzerine atlarlarken istifini hiç bozmadan ilerleyen kedinin oraya nasıl ulaştığı sorusu kafama takılmışken, vapur Kadıköy iskelesine yandan şöyle bir yaslar vücudunu cilveyle...

Akşam karanlığı çökerken şehre, Kadıköy’de bir “eve dönme” telaşıdır gitmektedir...

Hayata iyi bakın

Blueman

2000

* Uzaklarda (Bangladeş)

- Bangladeş’te ne işin vardı? Başka yer mi kalmadı?
- Öyle deme... Bangladeş 128 milyonluk, Türkiye’nin iki katı nüfusu ve üçte biri yüzölçümü ile oldukça kalabalık ve dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri olmasına rağmen, yüz kişiye düşen telefon sayısı 0.4 olması ve 2002 yılında bu rakamı 1’e çıkarmayı hedeflemesi nedeniyle oldukça büyük fırsatlarla dolu bir ülke aynı zamanda. Biz de bu fırsatları yakından takip ediyoruz ve bir transmisyon ihalesine teklif vermek amacıyla gittik Bangladeş’e...
- Güzel, peki nasıl geçti? Anlatsana yahu hiç anlatmıyorsun...
- Ya, işte Emirates Havayolları’nın fiyatı THY’den oldukça düşük oralara. Üstelik geçen sene Ortadoğu’nun En İyi Havayolları Ödülü’nü almışlar. Emirates’le Dubai aktarmalı olarak Bangladeş’in başkenti Dhaka’ya ulaşıyorsun. Buradan Dubai yaklaşık dört saat sürüyor ve orada saatini iki saat ileri alıyorsun. Biz 18:50’de havalandığımız için 00:30 gibi orada olduk ve havadan Dubai’nin görüntüsü, çölün ortasında kurulmuş, ışıl ışıl parıldayan ve dümdüz bir arazide kurulduğu için de oldukça düzenli bir şehir şeklindeydi. Tüm yollar pırıl pırıl aydınlatılmıştı ve burada aydınlatmanın benzinle yapıldığını öğrendiğimde şaşırdım. Dubai’de oldukça fazla yabancı uyruklu insan çalıştığı için caddelerde, alışveriş merkezlerinde çok kozmopolit bir görüntü hakim ve hemen her milletten insanla karşılaşıyorsun. Araplar her işlerini yabancılara yaptırıp kendileri sadece işin kaymağını yiyorlar herhalde. Dubai Havaalanın’ndaki “Duty Free” diğerlerine göre çok da ucuz olmamasına rağmen, yine de daha fazla çeşit olduğu inkar edilemez. Ama benim tahminimden daha küçükmüş doğrusu. 02:50 gibi uçağımız Dhaka’ya doğru havalandı ve videodan gösterilen Robin Williams’ın henüz Türkiye sinemalarına gelmemiş olan son filmi “What Dreams May Come”a bir göz atayım derken o harika görüntülerin büyüsüne kendimi kaptırıp gitmişim. Robin’in, karısının yaptığı tabloların içinde dolaşması, cennet ve cehennemin, hayal sınırlarını zorlayan muhteşem görüntüleri çok başarılı efektlerle birlikte insanı büyülüyordu. Ama bu muhteşem görüntüleri dev sinema ekranında zevkini çıkararak seyretmek üzere filmi tamamlamamayı tercih edip biraz uyuyayım dedim. Tam o sırada da güneşin doğmakta olduğu farkettim, zira Dhaka’ya yolculuk da yaklaşık dört saat sürüyordu ve saatler de yine iki saaat ileri alınıyordu. Doğuya doğru uçtuğumuzdan saat 07:00 olmuştu birden. Yükselmeye başlayan güneşi Hindistan semalarında ve bulutların üzerinde karşılamak o günün en güzel anlarını oluşturmuştu.
- Bangladeş’e gel artık, nasıl bir yer?
- Başkent Dhaka’nın sokaklarına ilk çıktığında dikkatini her taşıtın deli gibi korna çalması çekiyor. Herkes ama herkes birbirine korna çalıyor, ama tabii yine herkes çaldığı için bu kornaların uyarıcı bir niteliği de kalmıyor. Trafik tam bir keşmekeş. Otomobiller, toplu taşıma araçları ve aşırı kalabalık bir yaya nüfusu dışında bir de üç tekerlekli, arkasında iki kişilik oturma yeri bulunan “rickshaw” (rikşa) denilen bisikletler ve bunların motorluları olan “baby car”lar var ki, artık Türkiye’dekilerin iki katı genişlikteki o caddelerde adım atacak yer dahi kalmayabiliyor. Tabii genzini yakan egzos dumanları da cabası. Kalabalık, pis caddeler, nemli hava, fakirlik, kargaşa ve bunlara rağmen dinamik biçimde devam eden hayat. Allah’tan bir sonraki gün başlayan ve “hartal” dedikleri iki günlük bir genel grev vardı da caddeleri bir daha o kadar kalabalık görmedik. Ve her yere rikşa’larla gittik. Grev sırasında çıkan olaylarda dört kişi öldü ve hartal bir gün daha uzatıldı. Milyonlarca dolarlık teklifimizi içeren onca doküman ve dosya kucağımızda, şık şık giyinmiş vaziyette iki adet rikşa’ya atlayıp bomboş sokaklarda tıngır mıngır Bangladeş PTT’sine gidişimiz gerçekten unutulmazdı. Haberleşme Bakanı, PTT Yönetim Kurulu Başkanı, ihale değerlendirme komitesi üyeleri, başbakan danışmanı gibi önemli şahsiyetlerle ayrı ayrı yapılan görüşmelerle geçti günlerimiz. Bangladeş para birimi Taka ve 1 ABD Doları 48 Taka. Ekonomi son derece zayıf, ama tekstilde epeyce ileriler ve önemli ölçüde insan tekstil sektöründe çalışıyor. Oteldeki TV’de National Geographics, MTV, Cartoon Networks, Movie Channel, CNN ve Euro Sport kanalları vardı. Belgeseller, müzik, çizgi film, sinema filmleri, haber ve spor... “İşte tüm ihtiyacım olan kanallar birarada...” dedim kendi kendime. Türkiye’deki 30 tane kanalda seyredebilmek üzere bir şeyler bulmak için çırpındığım, ama tam bir çılgınlığa dönüşen yarışma programlarından, çığlıklar, kanlı sahneler, dolandırıcılar, çeteler ve pislik politikacılarla dolu haberler, birbirinden seviyesiz müzik parçaları ile dolu programlar dışında bir şey bulamadığım ve her gece stres içinde yatağa girdiğim o günler geride kalmıştı artık. Öyle mutlu ve huzurluydum ki...
- Sen yokken burada İbrahim Tatlıses ile Mahzun Kırmızıgül barıştı, Banu Alkan’ın parçası Siyaset Meydanı ve A Takımı’nda defalarca tartışıldı, Çarkıfelek ve Turnike’nin süreleri üç saate çıktı, telefon hatları o saatlerde tıkanmaya başladı.

- Sağol içim epey bir rahatladı bu verdiğin bilgilerle... Neyse arta kalan zamanda benim için çok önemli bir yeri de ziyaret etme imkanı buldum; yani hayvanat bahçesini... Leonardo Da Vinci’nin doğanın başyapıtları olarak adlandırdığı kedilerin en büyük akrabası, soyu tükenmekte olan Bengal kaplanlarını demir parmaklıklar arkasında bile olsa görebilmek ve belki de seslerini duyabilmek beni çok mutlu edecekti. Gerçi zerafet, güç ve güzellik gibi özellikleri kendinde toplamış olan bu hayvanları doğal ortamlarında – Bangladeş topraklarındaki Sundarban yağmur ormanları ve bataklıklarında – görebilmeyi daha çok isterdim, ancak bunun için daha geniş bir zaman gerekiyordu. Öğle uykusuna yatmış kaplanlar, esaret hayatının vermiş olduğu uyuşukluk içinde bile öylesine görkemli ve gururluydular ki... Kafeslerin içine bakmak üzere arka tarafa geçtim ve ufak bir pencereden içeriye baktığımda muhteşem bir kaplan yavrusuyla karşılaştım. Yaklaşık bir yaşlarında olan çok güzel bir yavruyla gözgöze gelmiştik ve o da ben de gözlerimizi uzun süre hiç kırpmadan birkaç dakika süreyle bakıştık. O iri gözlerini neredeyse hiç kırpmadan bakışı sanki ruhuma işledi ve aramızda bir duvar olmasına rağmen bende bir ürpermeyle karışık büyük bir saygı uyandırdı, sonunda gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. O sırada uzak bir kafesten aslanların kükremeleri duyuluyordu. Kafesinde bunalmış olan erkek Hint aslanı öyle bir kükrüyordu ki yaklaşık bir kilometre mesafeden insanı ürpetmeyi başarıyordu. O sesi bir ormanda duymayı hiç de istemeyeceğiniz aklınıza geliyordu. Sonra düşündüm kendi kendime; insanla hayvana ait üç tür ilişki vardı doğada: insan-insan, insan-hayvan ve hayvan-hayvan ilişkileri... Ve insanın dahil olduğu iki tür ilişkide de sorunlar var. Hayvan-hayvan ilişkisi ne kadar vahşi gözükse de, kendi içinde kurallara sahip. Bir tür bir başka türü öldürüyor, ama sadece beslenmek zorunda olduğu için ve öldürülen hayvan kesinlikle ziyan olmuyor. Aslan zebrayı parçalıyor, arta kalanları sırtlanlar ve akbabalar, onlardan kalanları da daha küçük hayvanlar yiyor ve doğadaki müthiş denge devam edip gidiyor. İnsan-insan ilişkisinde savaşları, cinayetleri, ırkçılığı görüyoruz. İnsan-hayvan ilişkisinde ise avcılığı ve soyu tükenen hayvanları... Buna rağmen “insan düşünen bir hayvandır ve onlardan üstündür” diyoruz, ne garip değil mi?
- Hmmm doğru söylüyorsun, çok doğru. Onu bırak da köpekbalığı yüzgeci çorbası içtin mi orada, kaplan dişi falan satıyorlar mıydı? Cinsel organları da Viagra gibiymiş, alıp getirseydin birkaç tane...
- Ben ne diyorum sen ne diyorsun işte, boşuna herşey boşuna...
- Ya şimdi sen bunları yazıyorsun ya, bir de başka yazılar yazıyormuşsun, sonra onları şirketin “newsgroup”una atıyormuşsun. Hiç işin gücün yok mu senin, mesai saatlerini böyle şeylere mi harcıyon sen?
- Hayır tabii ki... Bu yazıları sadece birşeyleri paylaşabilmek, yerine göre karşı görüşleri ve eleştirileri alabilmek ya da en azından insanların birkaç dakikalığına da olsa değişik birşeyler düşünebilmeleri, kendilerine bir takım sorular sorabilmeleri, belki güzel bir şey anımsayabilmeleri, güne güzel başlayabilmeleri, “aaa ben de öyle düşünüyorum” ya da “hiç öyle olur mu yahu, aslında şöyle şöyle...” gibi düşünmeleri vs. amacıyla tamamen mesai saatleri dışında, geceleri evdeki bilgisayarımda veya işyerinde öğle tatillerinde yazıyor, “server”a da hep mesai saatleri dışında göndermeye dikkat ediyorum. Mesajların saatlerine bakarsan görürsün.
- Ben bilmem işte, ne yazdığını okumadım, saatlerine de bakmadım. Sadece uzun uzun şeyler yazıyorsun işte. Aramıza yeni katılan arkadaşlara nasıl açıklarız durumu, herkes böyle uzun uzun şeyler yazarsa, kimse çalışmazsa ne olur sonra?
- Doğru söylüyorsun, mesai saatlerine dikkat etmek gerekir. Hem yazarken hem de okurken. Ama aynı zamanda bir konu hakkında iyice araştırma yapmadan, ilgili kişilerle konuşmadan yorum yapıp çeşitli yargılara varmak da doğru değil bence... Varılmak istenen nokta ne kadar pozitif olursa olsun, izlenen yol ve yaklaşım tarzı da önemlidir. Ama yine de teşekkür ederim, yanlış yaptığımı düşündüğün bir konuda benimle konuştuğun ve doğruyu göstermeye çalıştığın için. En azından bilip bilmeden arkamdan konuşmadın... Bir de ayrıca başka bir şey var söylemek istediğim. Bu Bangladeş’e götürdüğümüz teklifin hazırlanması aşamasında bizim şirketin Uluslararası Pazarlama ve Satış, LOB, Mühendislik, Eğitim, TAS, Montaj, Halkla İlişkiler, dokümantasyon, fotokopi ve paketleme gibi bölümlerindeki yardımcı olan herkese ve sekreterlerimize teşekkür etmek isterim. İki ay süren çalışmalar sırasında bu kadar farklı bölümler ve farklı insanlar tek bir amaç için çalıştılar ve birlikte hareket ettiler. Fotokopi bölümünde kopyalar çoğaltılırken veya dosyalar paketlenirken, hep “bu ihaleyi alacak mıyız, gerisi gelecek mi, inşallah ihaleyi kazanırız” gibi konuşmalar geçti. Ve herkes işini en iyi şekilde hatasız yapmaya çalıştı. Teklif dosyalarımızla şirketten ayrılırken, paketler şimdiye kadarki en güzel şekilde paketlenmişti ve herşey zamanında bitmişti. Hepimiz uluslararası başarılara ve hakkı verilmiş işlere özlem duyuyoruz. Ve şu kadarını söylemek isterim: Hep beraber en iyisini yapmaya çalıştık ve bu ihaleyi mutlaka kazanacağız.

Hayata iyi bakın

Blueman

18.02.1999