Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15.4.14

Güvercin

“Yürümek yatıştırır. Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Düzenli biçimde hep bir ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri, akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı – bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış, zedelenmiş de olsa, büyüten, genişleten olaylardır.”

1949 doğumlu Alman yazar Patrick Süskind’in, kendisine büyük ün sağlayan romanı “Koku”dan sonra kaleme aldığı bu uzun öyküde 30 yıldır ufacık bir o
dada içine kapanık, tek başına bir hayat sürdürmekte olan ve bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan, sadece evinden sıkıcı ve rutin işine gidip, işinden evine dönen, son derece planlı, titiz, hatta hastalık derecesinde kurallı yaşayan Jonathan Noel’in, bir sabah odasının kapısının önünde bir güvercine rastlamasıyla alt üst olan huzuru, iç dengesi ve hayatının o zor 1 günlük dönemi müthiş bir gözlem gücü ve detaycılıkla anlatılıyor.


“Koku” gibi bir şaheserden sonra belki de biraz rahatlamak ve basit bir şeyler karalamak niyetiyle yazılmış olduğu anlaşılan hikaye, eğlenceli bir zaman ve hoş bir okuma vaad ediyor.

Hayata iyi bakın

Blueman 

15.04.2014

7.4.14

Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü

Geçen Haziran başından beri yaşadıklarım, o olaylar ışığında içinde yaşadığım toplumu ve kendimi sürekli tartıp tanımaya çalışmam, fani facebook'da paylaştıklarım, yaptığım yorumlar, sağolsun bazı arkadaşlarımın karşı yorumları, geçenlerde yaptığım bir yoruma karşı "hayalcisin", "yolun daha başındasın" şeklinde gözlem ve eleştiri yapan arkadaşlarım, son seçimler ve bu hafta okuduğum "Turgenyev'in "Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü" adlı eserinde tanıştığım "lüzumsuz adam" karakteri tanımlaması... Herşey üst üste gelir ve kendimi biraz daha tanırım. Bu toplumu, insanlarımızı, hayatı biraz daha tanırım.
Buyrun bakın "lüzumsuz adam" kimmiş :)

“Lüzumsuz adam toplumla çatışkı içindeki aciz aristokrattır… “hayalci ve faydasız”dır… “eyleme geçemeyen bir aydın”, “başarısız bir idealist”, toplumsal ve etik sorunlara duyarlı, “ama kısmen kişisel zaafları, kısmen de eyleme geçme özgürlüğü üzerindeki toplumsal ve siyasi kısıtlamalar nedeniyle eyleme geçemeyen kahramandır”.
(Ellen B. Chances, Conformity’s Children, 1978)

“Rusya’nın kurtuluşunun yalın Rus halkında, cemaat içinde olma idealinde, Rus dininde, akıldışı olanda ve mülkiyetin ortak olduğu köylü komününde yattığına inanan, Slavofil denen 19. Yüzyıl aydınları bu değerleri savunmuştur. Eğitimliler cephesinin öbür cenahı Batıcılar ise Rusya’nın kurtuluşunun Batı Avrupa’nın yasalarını, yeniliklerini, bireycilik ve akılcılık gibi değerlerini benimsemede yattığını öne sürmüşlerdir. Genellikle Batı Avrupa üniversitelerinde okumuş ve ülkelerine geri dönmüş Batılılaşmış Rusların deneyimleri dolaylı olarak lüzumsuz adam portrelerine yansımıştır. Bu insanlar Batı tarzı eğitimleri nedeniyle Rusya’ya, Rus oldukları için de Avrupa’ya uyum sağlayamamıştır."
Turgenyev'in "Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü" adlı eserinden

Yine kitabın sonundaki incelemeden öğrendiğimiz örnek lüzumsuz adamlar:
Puşkin’in Yevgeniy Onegin karakteri (topluma başkaldıran bir karakter), Turgenyev’in bu kitabındaki Çulkaturin karakteri, Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’su (o romanda bu karakterin bireyciliği, bağımsız düşünce gücü olumlu bir özellik olarak sunulmuştur), “Zamanımızın Bir Kahramanı” romanında Mihail Lermontov’un Peçorin adlı kahramanı (asi bir yalnız, romantik bir figür olan bu kişi romanda yıkıcı ve olumsuz bir karakter olarak anlatılır), Aleksandr Herzen’in “Suçlu Kim?” adlı toplumsal romanındaki Beltov karakteri (yüksek dozda edebiyatla yetişmiş, gerçeklikten kopmuş, hayata uyum sağlayamadığı için kendini toplumdan soyutlamış, kitap ve düşünce dünyasına kapanmış biri), Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” romanındaki yaşamın akışına uyamayan Bazarov gibi karakterler, Gonçarov’un “Oblomov”unda içinde bulunduğu topluma uyum sağlayamayan Oblomov karakteri, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki yeraltı adamı (kitaplar ve hayaller içinde yaşar ve bu nedenle hayatla başa çıkamaz), “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov karakteri (özünden ve Rusya’nın manevi değerlerinden kopmuş, egoizm ve kişisel çıkar gibi Batıcı fikirler yüzünden hastalanmış bir karakter), “Ecinniler”de Batılılaşmış Rusya’nın kendi lüzumsuzdur, “Budala”daki Prens Mişkin (geleneksel toplumun ahlak kurallarına meydan okur), Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”indeki Ivan Karamazov (Tanrı’nın evrenindeki sistemi sorgulayan bir karakterdir), Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında tarihin yasalarına başkaldıran ve uyumlu olmayı reddedenler lüzumsuz adamlardır, “Anna Karenina”da ise Anna evli olmasına ragmen bir başkasıyla ilişki yaşayarak Tanrı’nın yasalarını ihlal ettiği için lüzumsuz adamdır.


Hayata iyi bakın

Blueman

07.04.2014

26.3.14

Öyle Bir Hikaye

“Öyle Bir Hikaye” adlı öyküde Nikolay Stepanoviç adlı bir profesörün bebekken bir arkadaşının kendisine velayetini bıraktığı Katya adlı evlatlığının tiyatroya olan aşkı ve oyuncu olma tutkusunun, oyunculuğa yeteneği olmaması nedeniyle kendisini soktuğu bunalım ile profesörün eşi ve kızıyla yaşadığı evdeki monoton hayatı, tükenmiş aşkı, öğretme tutkusu sayesinde güç bela sürdürmekte olduğu mesleğinden duyduğu sıkıntıların paralelliği belki de Nikolay’ın Katya’ya olan sevgi ve ilgisinin altında yatan, onları birbirlerine bağlayan bir ortak nokta.

“Buhran” adlı kısa öyküde sokak kadınlarına, fahişelere duyduğu dayanılmaz acıma ve tiksinti hislerini yenmeye ve onları anlamaya çalışan hukukçu Vasilyev’in bu uğurda girdiği bunalıma tanık oluyoruz.

“Köylü Karıları” adlı diğer kısa öyküde ise bir köy hanına uğrayan yolcu Matyev Savviç’in gece han sahibine anlattığı hikayesinde eşi savaşa giden komşusu Maşenka’ya aşık olup nasıl bir felakete sürüklendiğini ve sonunda kendi himayesine verilen Maşenka’nın küçük kızı Kuzka’yla yaptığı yolculuğa tanık oluruz.

19. yüzyıl Rusya'sından yaşamları, zorlama edebî araçlara başvurulmadan, karmaşık olay örgüleri ve kestirme çözümler yerine basitmiş gibi görülen yalın bir teknikle betimleyen Anton Çehov’un tadına doyulmaz tarzı ile insan psikolojisinde hoş, buruk, acı, ama gerçek bir gezintiye çıkmak isteyenlere…


Hayata iyi bakın

Blueman

26.03.2014

15.2.14

Kasım

Daha çok “Madame Bovary” adlı başyapıtıyla tanınan Gustave Flaubert 1836 yılında, 15 yaşındayken Trouville sahilinde tanıştığı, o sırada kendisinden 10 yaş büyük 26 yaşında evli bir kadın olan Elisa Schlésinger’e tutkulu bir aşkla bağlanmış. Hayatı boyunca –mesafeli bir şekilde de olsa- ona aşık kalmış. Bu aşk yaşamında çok önemli etkiler, izler bırakmış. Bir delikanlının gönül eğitimi olarak nitelendirdiği bu aşk, “Duygusal Eğitim”deki Marie Arnoux karakterinin ve “Gönül ki Yetişmekte” ve “Bir Delikanlının Hikâyesi” (Education Sentimentale; 1869) adlarıyla dilimize de çevrilmiş olan romandaki aşkın temel ilham kaynağı olmuş. Flaubert 1832–1840 yılları arasında Rouen Koleji'nde okuduğu dönemde yoğun bir şekilde yazmış. “Bir Çılgının Hatıraları” (1838), “Smarh” (1839) ve 1840 yılında yazmaya başlayıp 1842 yılında bitirdiği “Kasım” bu dönemin ürünleri. Ergenliğin hem sıkıntılarla hem de kocaman hayallerle dolu o büyülü zamanını hala anımsayanlara sunulmuş “Kasım” adlı kısa romanı hakkında, büyük aşkı Louise Colet'ye yazdığı bir mektubunda (1846) şöyle diyor: "Kasım'a iyi kulak verdiysen, kim olduğumu belki de açıklayan ama söze dökülemeyecek bin türlü şeyi tahmin etmişsindir. Ama o yaşlar geçti. Bu yapıt gençliğimin kapanışı oldu."

Romanın ilk bölümünde ergenlik dönemindeki bir gencin hayata duyduğu merak, aşkı tanıma ve yaşama isteği, içindeki sonsuz aşk potansiyeli son derece edebi, dokunaklı ve duygusal biçimde, kelimelerle adeta bir sihirbaz gibi oynayarak, güçlü ifadelerle anlatılmış.

İkinci bölümde ona cinsellik konusunda ilk tecrübeleri yaşatan ve adeta bir öğretmen olan Marie’nin konuşmalarında yine sevilmeye olan ihtiyacı yakıcı bir biçimde hissediyoruz.

Son bölümde ise hayatını kazanma derdine düşmüş bir yazarın seyahat etme arzusu, acıları ve bir nevi düşüşü anlatılıyor.

Flaubert’in yazdığı ilk eseri olan “Kasım”ı hakkında hiçbir şey bilmeden rastladığım kitapçı rafından aldığım ve okuduğum için çok mutluyum. Bu kadar güzel, şiirsel bir anlatıma hayran olmamak ve bu eseri yazdığında Flaubert’in sadece 21 yaşında olduğuna inanmak zor.


Hayata iyi bakın

Blueman

15.02.2014

3.2.14

Bazuka

“Hiç konuşmadılar, sadece birbirlerine baktılar, dışarıdaki yağmurun bin perdeden duyulan sesi tekinsiz bir şenliğe dönüşmekteydi ve fırın ustası tuvaletten dönüp küreği gürültüyle kavramasa belki sonsuza dek öylece durup birbirlerine bakacaklardı…
“İki ekmek” dedi Funda, iki ne güzel bir sayıydı. “Bir lira” dedi Tahir, bir ne güzel bir sayıydı. Beş lira uzattı Funda, lira ne güzel bir paraydı. Kasadaki hazneleri karıştıra karıştıra dört lira bulup uzattı Tahir, kasa ne güzel bir aygıttı. “Teşekkür ederim” dedi Funda, teşekkür ne güzel bir kelimeydi. “Rica ederim” dedi Tahir, etmek ne güzel fiildi…”

Murat Uyurkulak’ın “Bazuka” adlı kitabındaki “Kuş Yuvası” adlı hikayeden.

1972 doğumlu Murat Uyurkulak uzun süre Radikal gazetesi dış haberler servisinde çalışmış. Milliyet Sanat, Gate, Radikal Kitap gibi dergilerde yazıları yayımlanmış. 2002 tarihli “Tol” isimli ilk romanı Mahir Günşiray'ın yönetmenliğiyle Tiyatro Oyunevi tarafından sahnelenmiş. Ardından 2006'da 'Har, Bir Kıyamet Romanı' gelmiş. “Bazuka”da ise hikâyeleri ile okur karşısına çıkıyor bu yetenekli, genç, akıcı dilli yazar. Kelimelerle ustaca oynuyor. Kimi zaman esprili ve çılgın, kimi zaman dokunaklı ve çok gerçek hayat hikayelerinden, yaşanmışlıklardan, başarılı gözlemlerden süzülüp gelen, kimi zaman da geniş bir hayal gücünden ortaya dökülen, kitapta topladığı kısa öyküleri şunlar: Tutkular Kitaplığı; Kurtuluş On İki; Kuş Yuvası; Pembe; Aşk; Yalnızlık ve Bazuka; Şarap; Derviş; Kırmızı ve Gülsüm.

Hayata iyi bakın

Blueman

03.02.2014

31.1.14

Şeker Portakalı


“Yıllar geçti, sevgili Manuel Valadares. Şimdi kırk sekiz yaşındayım ve zaman zaman, özlemimde, hep bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Birden ortaya çıkıverecekmişsin, bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana öğrettin sevgili Portuga’m. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor.”

Yazar José Mauro de Vasconcelos, 26 Şubat 1920 de Brezilya'da Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu kasabasında doğmuş. Yarı Kızılderili yarı Portekizli ve çok yoksul bir aileden olan José yüzme şampiyonu olma hayalleri kurmuş. Tıp öğrenimini yarıda bırakarak gittiği Rio de Janeiro’da boks antrenörlüğü, garsonluk, tarım işçiliği ve balıkçılık gibi birçok işte çalışmış. Genellikle romanlarında, roman karakterlerinin yaşamlarındaki zorlu yaşam koşullarını, yoksulluğu ve şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatan José’nin özellikle Şeker Portakalı ile onun devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi bazı romanları tüm bunlarla birlikte duygusallık ve iyimserlikte içermekte. Yazarı dünya çapında tanıtan eseri Zézé'nin maceralarını anlatan üçleme romanın ilk kitabı olan Şeker Portakalı’nı 12 günde yazdığını belirten yazar, eserine duyduğu sevgiyi “Ama onu 20 yıldan fazla taşıdım yüreğimde” sözüyle özetlemiş. Yazar 24 Temmuz 1984'te hayatını kaybetmiş.

Akıllı ve aynı zamanda haşarı ve duygusal da olan 5 yaşındaki Zézé’nin işsiz babasından ve diğer kardeşlerinden yediği dayaklar, kovboy filmleriyle ilgili kurduğu hayaller, şarkı sözü satarak ve ayakkabı boyayarak kazanmaya çalıştığı paralar, arkasına takılmayı bir türlü beceremediği lüks arabanın sahibi Portuga’dan önce “büyüyünce öldürmek isteyeceği” kadar nefret etmesi, ama sonra aralarında doğan dostlukla hayatında ilk kez sevgiyi, onu kaybedince de acıyı öğrenmesi ve tabii sahiplendiği ve Minguinho ismini koyduğu şeker portakalı fidanıyla yaptığı hayali konuşmalar okuyan herkesi hangi yaşta olursa olsun derinden etkilemeyi başarıyor.
Sevgi, ilgi ve hayallerin desteklenmesiyle daha da güzel bu hayat...

Hayata iyi bakın

Blueman

30.01.2014

21.1.14

Düşüş - Albert Camus


"Doğruluk duygusu, haklı olmanın verdiği doyum, kendini değerlendirmenin sevinci, bayım, bizi ayakta tutan ya da ilerleten güçlü zembereklerdir. Tersine insanları bundan yoksun ederseniz, onları ağzı köpüren köpeklere çevirirsiniz. Nice suçlar işlenmiştir, yalnızca bunları işleyenler kusurlu olmaya dayanamadıkları için! Vaktiyle bir sanayici tanımıştım, mükemmel, herkesçe sevilen bir karısı vardı,
 
ama adam yine aldatıyordu karısını. Bu adam haksız olduğu için, bir erdem beratı alamadığı ya da bu berata layık olamadığı için, sözcüğün tam anlamıyla kuduruyordu. Karısı mükemmel davrandıkça, o büsbütün kuduruyordu. Sonunda haksızlığı kendisi için dayanılmaz bir hal aldı. O zaman ne yaptı dersiniz? Onu aldatmaktan vaz mı geçti? Hayır. Öldürdü onu."
 
"Bakın, dostu hapse atılan bir adamdan söz ettiler bana, adam her akşam evinde yerde yatıyormuş, sevdiği kişiden esirgenen bir rahatlıktan yararlanmamak için. Kim, aziz bayım, kim yatar yerde bizim için? Ben yatabilirim mi diye soruyorsunuz? Dinleyin, yatabilmek isterdim, yatarım da. Evet, hepimiz yatabileceğiz bir gün, bu da kurtuluş olacak."
 
“Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara ...karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar…”


vikipedi'den: 'Albert Camus'un 1956 yılında yayımladığı 'Düşüş' modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının ve çelişkilerinin romanıdır. Öyle ki yazar girişe: “Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan?” diyerek başlar. Bu giriş cümlesinin 'canınızı sıkmadan' kısmı dahi kahramanın yalnızlığının tezahürüdür.
Romanın Ana fikri:
İnsanları çok iyi gözlemleyen Albert Camus bu eserinde de bolca gözlemlerine yer vermiştir. Kahramanın kendisi olduğu konusunda edebiyat çevresinden birçok isim hemfikirdir. Zekice burjuvaziyi ve onun yaptırdıklarını ele alır bu eserinde. Çok fazla sorgulama yapar. Aslında gördüklerini yazar gibidir ama görünenin altındaki çelişki ve yapmacıklığı her cümlede keskin bir biçimde gösterir. Kahraman yalnızdır aslında. Köprüden atlayan kızı engelleyememenin hüznü üzerinde neredeyse hiç durmaz. Ama bu düşüncesizliğini öyle bir yere koyar ki aslında hayatının hiçbir döneminde o anı unutmadığını vurgulamak ister gibidir.
Ey genç kız kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim. Bir kez daha, ha, amma ihtiyatsızlık!

18.1.14

Son Kuşlar



Kitaplarının telif haklarını Darüşşafaka Cemiyeti'ne bağışladığını ve 1950'lerde Burgazada'nın arkasındaki bir mağarada fokların yaşadığını Sait Faik Abasıyanık'ın bu kitabından öğrenmek ve bu deniz, balık, balıkçı, doğa ve insan aşığı büyük değerlerimizden biri olan yetenekli yazarımızı biraz daha yakından tanımak keyifliydi.

“İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billur bahçe gibi pırıltısı; hiçbir şey değil… Bütün bunlar kötü resimler gibi…
Hayır sevgilimden bahsetmiyorum. Onunla beraber, burası Allah’ın yaratmayacağı bir cennettir. Ama onsuz da, başka insanlarla da burası yine güzeldir. Pazar günleri buralar dolardı. Rum kızlarının fistanlarını rüzgar alır giderdi. Denizin yüzünde kulaç atan ince yüzlü çocuklar bulunurdu. Güneş derimi yakıyor. Hava göğsümü okşuyor. Su bacaklarımı yalıyor. Hayırsız adalar, Bozburun, dağdaki duman, yelkenli, ay, kayalar, yeşil, çocuk çamlar etrafımı sarmış. Bu manasızlığın ortasında önce herkesi, sonra da sevgilim, bilhassa seni düşünüyorum. Onlarsız, sensiz hiçbir şeyin manası yok. Aşığım da onun için.
Demin geçtiğinden bahsettiğim sandal, tekrar ters yüzüne geçti. Bu sefer daha yakından. İçindekileri de tanıdım. Köpeğimle aşinalık ettiler. Bir daha geçerlerse “Buyurun yahu, birer cıgara içelim.” diyeceğim. Birbirimizi ancak tanıyoruz ama ne zararı var! Yarım saattir yalnız sineğin vızıltısını duyuyorum. İşte yunuslar geçiyor. Oh! Hiç olmazsa yunuslar geçiyor.”

"Kendi Kendime" adlı hikayesinden



Hayata iyi bakın

Blueman

11.12.2013

Genç Werther’in Acıları


Genç Werther’in Acıları, Johann Wolfgang von Goethe (d. 1749, ö. 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış bir mektup roman.
Oldukça duyarlı, duygusal ve erişmesi imkansız olan nişanlı bir kıza aşık olan bir gencin kendisini intihara sürükleyen, sonlara doğru okuyucuya da acı vermeye başlayan bu hikayenin anlatıldığı kitap için, “Kitap iyi bir arkadaştır” yorumuma, “Ama bu kitap değil”... şeklinde yorum yazan bir arkadaşım gibi olumsuz görüş bildirecekler de olabilir, ama ben zamanında okuyanlardan bazılarını intihara sürüklemiş olmasını kitabın gücüne bağlıyor, özellikle doğaya olan aşkın, tutkunun ve ümitsizce aşık olunan o kadına duyulan derin, depderin aşkın anlatımını çok başarılı, çok edebi buldum ve büyük bir keyifle okudum. Goethe’yi tanımaktan da çok memnun oldum. 1774’de yazılmış, ama içerdiği evrensel konular ile çok başarılı anlatımı ile sonsuza dek yaşayacak bir roman.
Vikipedi’de “Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındaydı. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” sözü gibi, bir kitap yazmış ve hayatı değişmiştir. Romanın piyasaya çıkmasının ardından hem pek çok intihar vakası ile karşılaşılmış, hem de Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila etmiştir.” bilgisi yer alıyor.
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
25.11.2013

İnsan Ne İle Yaşar?


“İnsan Ne İle Yaşar?” Tolstoy’un huzuru dinde bulduğu bir dönemde, okumaya yeni başlamışlar veya çocuklar için (tam bana göre) yazmış gibi bir dille yazdığı manevi dersler içeren kısa bir hikayesi.
Kitapta bu hikayenin yanında “Önemli Bir Olay”, “İnsana Ne Kadar Toprak Gerekir?” ve “Surat Kahvehanesi” adlı üç kısa hikaye daha bulunuyor ve kitabın tamamı bir oturuşta bitirilebiliyor.
Birçok baskısı... var kitabın ve her yayınevi kitaba adını veren hikayenin yanına başka seçme kısa hikayeler koymuş.

Tanrı tarafından dünyaya bir kadının canını almak için gönderilen bir melek kadının yeni doğmuş ikiz bebekleri olduğunu görünce emir yerine getiremez.

“Tanrı’nın yanına gittim, O’na ‘Kadının ruhunu alamadım’ dedim. ‘Kocası bir ağacın üzerine devrilmesiyle ölmüş. Kadının ikizleri vardı. Kadın canını almamam için yalvardı. ‘Bırak da çocuklarını büyütüp besleyeyim, ayakları üstünde durduklarını göreyim. Çocuklar anneleri babaları olmadan yaşayamazlar’ dedi. Ben de onun ruhunu alamadım.” Tanrı da bana ‘Git annenin ruhunu al ve üç gerçeği öğren: İnsanın içinde ne yaşar? İnsanlara ne verilmemiştir? İnsan ne ile yaşar? Bu üçünü öğrendiğin zaman cennete dönebileceksin’ dedi.”

Hikayeyi okuyan bu soruların cevaplarını da öğrenecek

Ben “İnsana Ne Kadar Toprak Gerekir?”i de beğendim. İnsanoğlunun içindeki hırs duygusunu çok güzel eleştiriyor. “Surat Kahvehanesi” de yine basit bir dille “din” kavramını sorgulatıyor.
 
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
15.11.2013

İnsancıklar



Daha önce hiç Dostoyevski okumamış olduğumu utançla itiraf ediyorum. Okuduğum ilk romanı, yazdığı ilk roman oldu: “İnsancıklar”
Bir insan düşünün çocukluğu bir lojmanda, çoğunlukla sarhoş ve zorba bir baba ile genelde hasta bir anneyle geçiyor.
Evden uzakta Petersburg’da Mühendislik Okulu’nda okurken kendi halinde, sürekli kitap okuyan, günlük gerçeklerden kaçan bir profil sergilerken babası aniden ölüyor ve onun ölmesini istediği için bundan hep kendisini sorumlu tutarak, suçluluk hissederek yaşıyor.
Çok duyarlı, duygusal, çok inişli çıkışlı ve zayıf sinirli. Bunalımlara giriyor, sarası var.
İlk romanı aşırı ilgi uyandırınca bir anda adı duyuluyor. Ama daha sonraki 4 romanı kötü eleştiriler alınca depresyona giriyor, hasta oluyor.
Bir suikast girişimi nedeniyle tutuklanıyor, idama mahkum oluyor, son dakikada affedilip Sibirya’ya kürek mahkumu olarak sürülüyor ve 4 senesini orada birbirinden deli, garip, kötü ruh halindeki mahkumlarla geçiriyor.
Yoksul ve veremli bir kadınla acıdığından evleniyor.
43 ila 51 yaşları arasında en büyük eserleri olan 6 adet başyapıt çıkarıyor.
Sürekli borcu var, para peşinde koşması bitmiyor.
Kumara dadanıyor.
Bir kızı oluyor, ama ölüyor.
Ve bu acı onu deliliğin eşiğine getiriyor.
Buna rağmen 3 büyük eser daha çıkarıyor ki bunlardan biri de “Karamazov Kardeşler”.
Ve böyle bir hayat sonucu gelmiş geçmiş en büyük romancı kabul ediliyor şu anda.
İnsan şaşırmasın, takdir etmesin de ne yapsın!
İnsancıklar Dostoyevski'nin 1846’da yazdığı ilk romanı. İlk Rus toplumsal romanı sayılıyor. Eserin ortaya çıkışı ilginç:
Yazar eseri bitirir bitirmez bir arkadaşına okutuyor, o da eserden o kadar etkileniyor ki romanı hemen gecenin bir yarısı döneminin önemli şairlerinden Nikolay Nekrasov'a götürüyor. Romanı "başyapıt" olarak tanımlayan Nikolay Nekrasov, ertesi gün romanın el yazmalarını yakın arkadaşı ve döneminin saygın eleştirmenlerinden Belinski'ye götürüyor. Belinski de romanı kısa sürede okuyor ve roman hakkında şunları yazıyor:
“İki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum. Yeni bir yazar, yeni bir yeteneğin kalemi bu; onu tanımıyorum, kimdir, neye benzer bilmiyorum ama bu roman Rusya`da hayatın sınırlarını öyle kahramanlara veriyor ki bize, bundan önce hiçbir yazar bu kadarını düşlerinde bile göremezdi... Rusya yeni bir Gogol kazandı". Olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki Dostoyevski bile buna şaşırıyor. Roman Dostoyevski'nin büyük umutlarıyla yayımlanıyor ve Dostoyevski bir anda tanınan bir yazar durumuna geliyor. Böylece daha ilk eserinde başarıyı yakalıyor.
İnsancıklar, mektup-roman tarzında kaleme alınmış kısa ve toplumsal içerikli bir roman. Dostoyevski'nin acıma duygusu daha bu ilk eserinde bile belirgin. Roman, yaşlı bir katibin küçük bir kıza olan aşkını ve bu kıza karşı gösterdiği saygınlık çabalarını konu alıyor. İnsancıklar Dostoyevski'nin ilk yapıtı olmasına rağmen en önemli romanlarından biri sayılıyor.
Kaynak: vikipedi


Hayata iyi bakın

Blueman

11.11.2013

Ivan Ilyiç'in Ölümü


“İki hafta daha geçti. Artık İvan İlyiç kanepeden kalkamaz olmuştu. Yatağa yatmak istemediğinden kanepede yatıyordu. Yüzü duvara dönük, bir yandan bitmek bilmeyen acılar çekiyor, bir yandan da kafasına takılan düşünceye cevap arıyordu. Neydi bu? Bunun ölüm olduğu doğru muydu? İçindeki ses: “Evet, doğru.” diye cevap veriyordu. “Peki bu ıstırapların sebebi ne?” “Hiç, hiçbir sebebi yok! Sebepsiz bir ...ıstırap!” Başka da bir cevap yoktu.”

Lev Tolstoy’un 1886 yılında yazdığı, kısa ama oldukça etkili bir hikayesi. İvan İlyiç’in ölüm sürecini, hayatına kısaca bir göz attıktan sonra ölüme doğru yürüdüğü o ayları detaylıca inceleyen hikayede Tolstoy’un o olağanüstü gözlem gücünü ve psikolojik ayrıntılara hakimiyetine tanık oluyoruz yine.

Bana, 1996 başında dayanılmaz ağrılarla dolu uzun bir süreç sonucu yitirdiğim babamı hatırlatması ve belki de onu biraz daha iyi anlayabilmeme sebep olması bakımından daha da bir etkileyici gelen hikaye, bir kez daha öncelikle kendimizi tatmin eden, “iyi bir hayat” sürmemizin gerekliliğini ve hayatı kaplayan pek çok acıda, üzüntüde olduğu gibi ölüm sırasında da aslında ne kadar yalnız olduğumuzu hatırlatıyor.

Hayatın değerini bilmek için bazen ölümle yüzleşmek gerekir.
 
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
30.10.2013

Bir Delinin Hatıra Defteri


Ukrayna'lı yazar Gogol'ü ilk kez okudum. "Bir Delinin Hatıra Defteriénde ayrıca "Palto" ve "Burun" adlı hikayeleri de yer alıyor. Bakalım Gogol kimmiş, kimlerden etkilenmiş, bu hikayeleri ne zaman yazmış:

Nikolay Vasilyeviç Gogol (31 Mart 1809 - 4 Mart 1852) gerçekçi Rus roman ve oyun yazarı. Orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelir. Gogol’un... çocukluğu köy hayatı ile ve yoğun Kazak kültürü etkisinde geçer. Bu hayatın etkisi ileride yazacağı eserlere de yansıyacaktır.
Gogol, gençlik yıllarında şiir ve edebiyata ilgi duyar. 1828'de Petersburg’a gider. Orada memur olmayı ve bir şekilde geçinmeyi umar ancak işler umduğu gibi gitmez. Gogol, Petersburg’dan Almanya’ya gider ancak orada da parası bitene kadar kalabilir. Tekrar Petersburg’a dönüp iş arayan Gogol bu sefer çok düşük bir maaşla da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu görevden de bir sene sonra ayrılır.
Gogol, 1836'da Puşkin'in çıkardığı Sovremennik adlı dergide, yergili öykülerinin en neşelilerinden biri olan Araba ile eğlenceli ve iğneleyici bir üslûpla yazılmış gerçeküstücü öyküsü Burun’u yayınlar.
Yazar, yazı sanatında büyük ölçüde Puşkin'in etkisi altındadır. Öyle ki, onun eleştirileri ve telkinleri olmadan yazamayacağını düşünür. Yazarın Puşkin’le olan arkadaşlığı, onu aldığı acımasız eleştirilerden de koruyan en büyük güçtür.
Gogol’un ilk ciddi ve dikkat çeken eserleri Ukrayna hayatı ile, halk deyişleri ile süslü halk hikâyeleridir.
Hikâyelerinde günlük hayatı ve bayağı kişilikleri zaman zaman mizahi zaman zaman öfkeye varan bir şekilde yeriyordu.
Arabeski kitabındaki hikâyelerinden biri olan Bir Delinin Hatıra Defteri bir memurun rutin hayatını ve işi yüzünden nasıl sıkıldığını anlatır. Hikayenin sonunda memur akıl hastanesine yatırılır. Portre adlı eseri ise dünyanın kötülüklerden kurtulamayacağı vurgusu ile sonlanır.
Roma’da Puşkin’in tavsiyesi ile en büyük eseri olan Ölü Canlar’ı yazarken Puşkin’in öldüğü haberini alır. Bu haber onun için “Rusya’dan gelebilecek en kötü haber”dir. O zamana kadar Puşkin’i düşünmeden dikkate almadan hiçbir şey yazmayan Gogol için bu haber gerçekten bir yıkım olmuştur. Puşkin’in ölümünün yıkıcı etkisine karşın 1842 yılında iki önemli eseri olan Ölü Canlar’ın 1. cildi ve uzun hikâyesi Palto’yu bitirir ve yayınlar. Ölü Canlar dönemin Rusya’sının çürümüşlüğünü gerçekçi bir biçimde gözler önüne sererken Palto’da sıradan insanların yaşadıkları acılar, maaruz kaldıkları haksızlıklar, ve yaşadıkları yoksulluk tüm gerçeklikleriyle, okuyucuyu sarsacak bir ustalıkla gözler önüne serilmektedir. Bu eser de dönemin en büyük eserlerinden biri olarak nitelendirilecektir. Rus edebiyatına sıradan insanların gerçekçi bir girişi olarak da nitelendirilebilir Palto. Öyle ki Dostoyevski hikâyeye hitaben “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” diyecektir.
Gogol düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla onun kötü yönlerini göstermekle, halkına ihanetle suçlanır. Ancak onun yapmak istediği halkını aşağılamak değil onu bu hale sokan yozlaşmış düzeni tüm gerçekliği ile gözler önüne sermektir. Maruz kaldığı bu suçlamalar yazarın ruhsal sağlığına da ciddi zararlar vermiştir.
 
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
23.10.2013

Siddhartha


Woody Allen’ın “Annie Hall” filminde anlattığı bir hikaye vardı: Adam karısını psikiyatra getirir, “Doktor bey karım kendini tavuk sanıyor”. Doktor sorar: “Ne kadar zamandır var bu?” Adam uzun bir süredir böyle olduğunu söyler. Doktor neden bu zamana kadar tedavi ettirmeyi hiç düşünmediğini sorduğunda ise şöyle karşılık verir adam: “Doktor bey, yumurtalara ihtiyacım vardı”

İnsanların, olayların, ...hayatın bize saçma, değersiz, anlamsız, hiç uğruna gelen çabaları, konuşmaları, hareketleri, olayları kendi içinde çok değerlidir aslında. İnsan eğitim seviyesi arttıkça bazı kimseleri beğenmez olur, bazı olayları saçma bulur, bazı konuşmalara sırf değersiz ve boş diye girmez, hatta toplumun bazı kesimlerini aşağılar kimi zaman. Oysa yaşam bir “bütün”dür ve hepimiz de “bir”.

“Siddhartha” kitabında bakın bu konuya tekrar rastladım:

“Artık insanlara eskisinden değişik bir gözle bakıyordu, eskisinden daha az zeki, daha az mağrur, buna karşılık daha bir sıcaklıkla, daha bir yakınlık ve ilgiyle. Irmaktan geçirdiği sıradan yolcular, çocuk insanlar, işadamları, savaşçılar, kadılar, eskisi kadar yabancı gelmiyordu ona; onları anlıyordu, onları anlıyor, onların düşünce ve mantıkla değil, içgüdü ve isteklerce yönetilen yaşamlarını paylaşıyor, kendisini onlardan biri gibi hissediyordu. Kusursuzluk aşamasının eşiğinde bulunmasına, şu an çektiği çile, çilelerin sonuncusu olmasına karşın, bu çocuk insanlara kendi kardeşleriymiş gibi bakıyor, onların kendilerini beğenmişlikleri, hırs ve tamahları, onların gülünçlükleri kendisi için gülünç olmaktan çıkıyor, anlayışla karşılanabilir ve sevilmeye layık bir niteliğe bürünüyor, hatta baş tacı edilmeye değer görünüyordu. Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu kör sevgi, kendini beğenmiş bir babanın biricik oğulcuğuyla körü körüne ve aptalca gururlanışı, burnu havada genç bir kadının ziynet eşyalarına tutkunluğu ve kendisine hayranlıkla bakacak erkek gözlerine körü körüne, çılgınca düşkünlüğü, bütün bu duygular, bütün bu çocukluklar, bütün bu basit, aptalca, ama alabildiğine zorlu, güçlü bir dirimsellik içeren kolay kolay pes etmeyen duygular ve açgözlü istekler Siddhartha için çocukluk olmaktan çıkmıştı artık; insanların bu duygular ve istekler için yaşadığını, onların uğrunda sonsuz işler başardığını, gezilere çıktığını, savaşlar yaptığını, sonsuz acılar çektiğini, sonsuz çilelere katlandığını görüyordu; bunlar için sevebilirdi onları, tutkularının her birinde eylemlerinin her birinde yaşamı görüyordu, dirimselliği, yok edilmezliği, Brahma’yı görüyordu. Kör sadakatleri, kör güçleri ve diretkenlikleri içinde sevilmeye ve hayran kalınmaya layıktı bu insanlar.

Gerçekte bilgeliğin ne olduğu, uzun arayışlarıyla neyi amaçladığı konusunda bir sezgi Siddhartha’nın içinde yavaş yavaş tomurcuklanıyor, yavaş yavaş olgunluk kazanıyordu. Bu, her an, yaşamın ortasında birlik düşüncesini düşünebilme, onu hissedebilme ve nefesle içine çekebilme konusunda ruhta her an var olan eğilimden başka bir şey, bir yetenekten, gizli bir hünerden başka bir şey değildi. Uyum, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmeliğinin bilinci, gülümseme, birlik.”
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
10.10.2013

Herman Melville'den

 
işte edebiyat, işte yaratıcılık, işte ifade gücü:

"Ahab'ın takırtılı protez bacağının sesleri gemide duyulmaya başladı. Turlayıp duruyor, takma bacağının bıraktığı izlerle dolu güvertenin örselenmiş tahtaları üzerinde adımlar atıyordu. Bu tahtalar, onun yürüyüş adımlarının damgaladığı jeolojik taşları andırıyordu. Onun yarılmış, kırışık alnına yakından bakarsanız, orada bundan da tuhaf ayak izlerine rastlayabilirdiniz: sürekli uyanık, sabah akşam yürüyen, sabit bir düşüncenin izlerine..." - Herman Melville / "Moby Dick"
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
20.08.2013

Moby Dick


Böylesine sıcak bir yaz günü, kahvaltıdan sonra yapılacak en güzel şeylerden biri, gölgede, vücudunda hafifçe terleyen yerlerine arada serinlik veren hafif esintide, iyi bir kitabın başarılı anlatımıyla, cümleler arasında yavaşça transa geçip, kitabın konusuna kendini kaptırmak ve kim bilir hangi coğrafyanın, hangi tarihin, nasıl da ilginç karakterleriyle birbirinden ilginç hayatlarına, diyaloglarına, düşüncelerine tanık olmak, dünyanın en güzel gezintilerinden birine çıkmaktır. Yattığın yerde bambaşka bir hayat yaşamış gibi olursun. Hiç bitmemesini istediğim 570 sayfalık kitabın 100. sayfası geride kaldı, henüz o efsanevi yolculuk öncesi hazırlıklar tamamlanmadı, karakterler ve mekanlar tanıtılıyor. Ünlü Amerikan kahve dükkanları zincirine adını veren ikinci kaptan Starbuck, gemisi Pequod'daki (marka için önerilen ilk isim de buymuş) hazırlıkların tamamlanmasına çalışıyor. Kaptan ise kamarasında, kim bilir neler düşünüp, hayalliyor ve kim bilir ne kadar heyecanlı. Büyük yolculuk birkaç sayfaya başlayacak, ben de çok heyecanlıyım.
 
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
10.08.2013