"Filmlerdeki Hayat" (deneme) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
"Filmlerdeki Hayat" (deneme) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1.12.06

* Filmlerdeki Hayat - 23 (son)

“Filmlerdeki Hayat” serisinin sonuncusunda bu kez filmlerin insanlar üzerindeki etkilerinden ve aslında bu etkiyi nasıl oluşturduklarından bahsetmek istiyorum.

Bernie Wooder adında bir psikoterapist insanların film seyrederken, olayları 3. bir şahıs olarak ve tabiatıyla objektif bir bakış açısıyla izlediklerini, bu nedenle filmlerde gerçekleşen ve belki de yaşarken değil de filmi seyrederken farkettikleri, kendi hayatlarındaki olaylara benzer olayları ya da bir karakterin kendisine benzeyen özelliklerini çok daha tarafsız bir şekilde farkettiklerini anlatıyor (karakterle özdeşleşme). Filmlerdeki coşku uyandırıcı, acıklı ya da rahatsız edici sahnelerin insanların kilitli kalmış korku, acı ve arzularına birer anahtar teşkil ettiğini de belirtiyor.

Sizlere bu serinin bir bölümü olarak gönderdiğim ve Ali Kırca’nın da “Dünyanın En Güzel Filmi” adındaki bir yazısına konu ettiği, Frank Capra’nın unutulmaz “It’s A Wonderful Life” adlı filminde kendisi dışında herkese nazik ve iyi davranan, ama sonunda depresyona girip intihar etmek isteyen, ancak kendisinin yer almadığı bir hayatı bir melek sayesinde görerek dünya üzerinde ne denli işe yarar bir insan olduğunu farkederek bu isteğinden vazgeçen ve hayata dört elle sarılan karakter (James Stewart), filmi seyreden birçok kişinin intihardan vazgeçerek hayata dönmelerine yardımcı olmuş, yönetmene binlerce teşekkür mektubu gelmişti. Film bugün bile inanılmaz bir güce sahiptir ve hanüz görmemiş olanlara şiddetle tavsiye ederim.

Bir başka örnek de Judy Garland’ın çocukluğunda çevirdiği “Wizard Of Oz” filmidir. Burada çıktığı yolculukta her biri bir zayıflığa sahip bir aslan (korkak bir aslan), bir teneke adam ve bir korkulukla karşılaşıp onların zayıflıklarından kurtulmasına neden olacak o yolculuğu yapan Dorothy, aslında o yolculuğu kendi içine doğru yapmakta, arkadaşlarının temsil ettiği zayıflıkları aslında kendisi taşımaktadır. Filmin sonunda da aslında Dorothy zayıflıklarını yenerek gerçek kişiliğini bulur.

Steven Spielberg’in “The Color Purple” filminde kocası tarafından hor görülüp aşağılanan ve dövülen Whoopi Goldberg’un tanıştığı sevilen bir kadın şarkıcının kendisini çok sevip, hatta aşık olup sadece onun için şarkı söylemesi sahnesinde gözyaşlarına hakim olamayan bir kişi, burada kendisini etkileyen şeyin Whoopi’nin elde ettiği başarılar için değil, sadece kendisi olduğu için sevilmesinin harika olduğunu söylemiştir. Psikoterapist bu katalizörün yardımıyla hastasının başarılara aşırı derecede önem veren ailesinden özlemini çektiği gerçek sevgiyi göremediğini bu sayede kolayca ortaya çıkarmıştır.

Leeds Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan Maggie Roux da filmlerden bu şekilde faydalanıyor. Öğrencilerine seçilmiş bazı filmleri izlettirip, sonra da filmler üzerine tartışmalarına yardımcı oluyor. Örneğin “Antz” filminde (Walt Disney animasyonu) bireyselleşme özlemi ve bu uğurda toplumun değer yargıları ve kuralları ile mücadele, “Crimson Tide” filminde de (Gene Hackman, Denzel Washington) bir denizaltıda yaşanan olaylar ışığında yaşlı erkek – genç erkek iktidar mücadelesi, sorunlar karşısında iletişimsizliğin ortaya çıkardığı daha büyük sorunlar üzerine tartışmalar yapılıyor.

Michael Keaton ve Nicole Kidman’ın başrollerinde oynadığı “My Life” adlı filmde, çocuğunun doğumunu göremeden öleceği fikrine saplanıp kalarak, çocuğu için sürekli video arşivi oluşturan erkek karakter, bir hapishanede filmi seyreden mahkumların hayatlarında olup bitenleri ailelerine anlatma şansları olmadığını hissettirerek filmi kendi hikayeleri gibi görmelerini sağlamıştı.

Belfast Üniversitesi’ndeki derslerinde Dr. Peter Byrne filmleri öğrencilerine kişilik bozukluklarına örnek olarak izlettiriyor. Ray Liotta, Joe Pesci ve Robert De Niro’lu Scorsese filmi “Goodfellas” profesörün ne demek istediğine iyi bir kanıt. Ya da patolojik kıskançlık üzerine iyi birer örnek olan “Raging Bull” (De Niro) ve “Sleeping With The Enemy” (Julia Roberts) gibi filmler... “Eyes Wide Shut” ve “The War Zone” gibi filmler aile terapistleri ve evlilik danışmanları tarafından kullanılırken, “The Bridges Of Madison Country” sadakat, “Priest” homoseksüellikle yüzleşme, “Fearless” ve “Saving Private Ryan” hayatta kalabilmek için suç işleme gibi konularda çarpıcı örnekler sunup izleyicileri bu konularda kendileri ile yüzyüze bırakıyor.

Son olarak Dr. Byrne geçen sene “Titanic” filmini seyredip derin bir şok yaşayan bir hastasından bahsediyor. 50 yaşının üzerinde olan bu bayan 20’li yaşlarında kocasını bir kazada kaybetmiş ve acısını kalbine gömmüştü. Filmde aşık olduğu adamı kazada kaybeden kadın karakteri, 30 yılı aşkın süredir saklı kalan ve çözülememiş acının ortaya çıkmasına neden olmuştu.

Bilmem “American Beauty” filmini seyredip de video kamerasıyla film çeken gencin, kız arkadaşına sadece bir naylon torbanın rüzgarda bir oraya bir buraya savrulmasını çektiği filmini seyrettirirken yaptığı konuşmada siz de benim gibi yoğun duygular yaşamış mıydınız?

“Hayatta o kadar çok güzellik var ki, bazen bunlar ruhuma fazla geliyor”

Hayata iyi bakın

Blueman

31.03.2000

* Filmlerdeki Hayat – 22

Aşağıdaki yazı “What Dreams May Come” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Yönetmenliğini Vincent Ward’un yaptığı, başrollerinde Robin Williams ve Annabella Sciorra’nın oynadığı “What Dreams May Come” isimli filmin şu an halen sinemalarda gösterilmeye devam etmesi ve henüz seyretmeyen, yakında seyredeceklerin olduğunu göz önünde bulundurarak, fazla ayrıntıya girmeden ve seyir zevkini kaçırmadan, sadece filmi sinemada seyrederken verilen arada kafamda canlanan bir fikri sizlerle paylaşmak istedim.

Filmde birbirini gerçekten çok seven, birbirlerini gördükleri ilk andan itibaren “ruh eşini” bulduğunu anlayan, evlilikleri boyunca da “aşık kalabilme” becerisini gösteren bir çift temel alınarak, gerçek sevginin gücü, hayat, ölüm ve ölümden sonraki hayat hakkında, çarpıcı görsel efektlerin de yardımıyla, değişik fikirler ve inançlar üzerinde düşünmemiz sağlanıyordu.

Özellikle Cennet ve Cehennem kavramlarına olan bakış açısı beni öylesine etkiledi ki, antraktta bir süre öylece kalakaldığımı, derin düşünce ve hayallere daldığımı hatırlıyorum.

Çocukluğumdan beri kafamda oluşan o Cennet ve Cehennem görüntülerini tekrar oluşturmaya başladım. Evet herkesin Cennet ve Cehennemi aynı olmak zorunda değildi. Benim Cennet’im bir diğerininkinden farkli olabilir, belki benim için Cennet olabilecek bir yer veya boyut, bir başkasına bir anlam ifade etmeyebilirdi. Sonra “Benim Cennet’im nasıl bir yer olurdu?” diye hayal etmöeye başladım. Çok sevdiğim manzaralar, birlite olmaktan zevk aldığım, güven duyduğum insanlar, güzellikler – ki bu güzel bir insan, bir hayvan (hepsi başlıbaşına bir güzellik) veya bir manzara olabilir – kafamın içinde uçuşmaya ve gözlerimin önündeki bir tuvalde yerlerini almaya başladılar. Derin maviliklerinde kaybolunacak uçsuz bucaksız bir okyanus, denizin üzerinde parıldayan sıcacık bir güneş, bir tarafta gizemli dolunay, birlikte yüzülecek yunuslar, şöminesinde odunların çıtırdadığı ahşap bir kulübe, mağrur kediler, dost köpekler, kaplanlar, rüzgarlara karşı özgürce koşan uzun yeleli atlar, sevdiğim dostlarım, ailem, çocuklar, mutlu ve üretken insanlar, paylaşılan güzel duygular, içinde huzur bulunacak yemyeşil bir orman, tırmanılacak yüksek dağlar, keşfedilecek topraklar ve daha niceleri...

Ve o hayalden uyandığımda kendimi biraz önceye göre daha mutlu, huzurlu ve stresten arınmış hissediyordum.

Ve sonra bütün bir yaz boyunca boş zamanlarımda şekillendirmeye çalışacağım bir tablo yapmaya karar verdim; rengarenk, kocaman “Benim Cennet’im”...

Bir an kendimizi o hayale kaptırsak, uyandığımızda belki Cennet’imizi bu hayatta da yaşayabileceğimizi anlarız birden, tıpkı bazı zamanlar kendi Cehennem’imizi de bu hayatta kendi ellerimizle kurduğumuz gibi...

Bir an için düşünün, kendi Cennet’iniz nasıl bir yer olurdu, içinde kimlerin olmasını isterdiniz, neleri oraya sokmazdınız, Cennet’te bir gününüz nasıl geçerdi?

Peki o Cennet’i bu hayatta yaratmamız çok mu güç?


Hayata iyi bakın

Blueman

13.06.1999

* Filmlerdeki Hayat – 21

Aşağıdaki yazı “The World According to Garp” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

George Roy Hill’in yönettiği “The World According to Garp” filminde, hemşirelik yapan ve Garp adını verdiği oğlunu (Robin Williams) tek başına büyüten fedakar ve yurekli bir annenin (Glenn Close) ülke çapında ünlü bir yazar ve kadın hareketi lideri oluşuna kadarki hayat çizgisine, oğlunun hayata bakışını nasıl etkilediğine, Garp’ın annesinden aldığı eşşiz eğitimin bir sonucu olarak hayatının dönüm noktalarında nasıl kararlar verdiğine, aşık oluşuna, aile kurmasına, ailenin çaşitli arayışlar ve hatalar sonucu nasıl dağılma noktasına geldiğine ve sonunda “sevgi” ve “dostuluk”un nasıl da her türlü güçlük, trajedi ve kötülüğün üstesinden gelebildiğine tanık oluruz. Yaşam; aşk, sevgi, aile bağları, neşe ve dostluğun yüce gücü ile olduğu kadar, korkunç hatalar, dramlar ve ayrılıklar ile de doludur. Ve tabii ölümle de içiçedir. Ancak özellikle annenin hayatta karşıılaştığı ölüm olaylarını büyük bir olgunlukla karşılayışı, babasını kaybettiğinde, cenaze töreninden hemen sonra okyanus kıyısındaki evlerinin verandasında, o zamanlar 10 yaşında olan Garp’a söylediği şu cümlelerde, unutulmaması gereken bir hayat dersine dönüşür:

“Büyükbaban öldü. Hepimizin gün gelip öleceği gibi... Önemli olan ölmeden önce iyi bir yaşam sürebilmektir. Hayat... başlıbaşına bir macera olabilir...”

Bu belki de çocuklarımıza vermemiz gereken en önemli öğütlerden biri değil midir? “İyi yaşa, iyi insan ol, yardımlaş, insanlara, doğaya, yaşama saygı duy, hayattan zevk almasını, ders almasını bil, hatalarını tekrarlama, zor anları da doyasıya yaşamayı öğren ve hayatını bir maceraya dönüştür.” Ve daha yığınla cümle gizliydi aslında o konuşmada... Garp, savaş pilotu olan ve o doğmadan önce öldüğü için hiç görmediği babasına olan hayranlığından hep uçmak isteyen ve pilot olmayı arzulayan bir çocuk olmasına rağmen, kader onu daha sonra yazar olma hevesine doğru sürükler. Ünlü bir yazar olma tutkusuyla geceli gündüzlü çalıştığı zamanlardan birinde, dinlenmek ve düşünmek için yürüyüşe çıktığı bir sırada, bir caddede vinçle üst katlara çıkarılmakta olan bir piyano, kaldırıma yanaşan bir taksiden inen ve tartışmakta olan bir çift ve kadının kaldırıma düşürdüğü bir çift eldivenden etkilenerek kısa bir hikaye yazar. Hikaye özet olarak şöyledir:

Adam, sihirli eldivenleri sayesinde pek çok şeyi kolaylıkla halledebilmektedir. Karısı mutsuzsa ona bir dokunur ve karısı mutsuzluklarını unutur. Çocukları üzülüp ağlarken onlara bir tek dokunuşu yeter. Hop işte herkes mutludur. Hatta kendi ölümünü bile engelleyebilecek bir güce sahiptir o eldivenlerle. Tek bir hareketle ölüme meydan okuyabilmekte ve onu geri çevirebilmektedir. Ama adam mutsuzdur, çünkü “hayatı hissedememektedir”. Sonunda yüksek bir binanın tepesindeki dairelerden birine çıkar ve balkonun kenarında ayakta durarak aşağıda toplanmış kalabalığa anlamsızca bakmaya başlar. Üzerinde smokin vardır ve balkonun yanında da bir vincin ucuna halatla bağlanarak boşlukta sallandırılmış bir piyano... Adamın karısı kocasının neden böyle davrandığını anlayamaz ve aşağı inmesi için bağırarak onu ikna etmeye çalışır. Ancak adam bir süre piyanoyla eski bir caz parçasını çaldıktan sonra eldivenleri aşağı atar. Eldivenler boşlukta süzülerek kaldırımın kenarına düşerler. Ardından adam da atlar ve aşağı düşerken yüzünde bir tebessüm belirir. Aşağıdaki itfaiyenin hazırladığı hava yatağına düşer ve ölümden kurtulur. Ta ki halatlardan boşalan piyano adamın üzerine düşene kadar...
Adam kendini boşluğa bırakıp ölüme uçarken ilk defa mutludur. Çünkü hayatı hissetmektedir.
Hayatı hissetmektedir, o ana kadar hiç hissetmediği kadar...

Garp ve karısı sinemaya gitmek için sevden çıktıkları bir gece, otomobillerine bindiklerinde sinemaya gitmekten vazgeçip, o süre boyunca arabada oturup geçmişi, nasıl tanıştıklarını, o günlere nasıl geldiklerini konuşurlar. “Önemli olan bugünlere hangi yollardan geçerek gelebildiğini görebilmek” der Garp, “bir süre sonra o hayat çizgisini görebiliyor ve olgunlaşıyorsun.” Karısı da “Sürekli geçmişte yaşayamazsın” der ona. “Ama bugünü yaşayıp geçmişi de hatırlayabilirim” diye karşılık verir Garp. Sonra saatlerce anılardan, yaşadıkları hayatın acı tatlı pek çok lezzetinden bahsedip mutlu olurlar.

Çok yakında Garp ölümcül bir yarayla helikopterde hastaneye yetiştirilmeye çalışılırken, çok sevdiği eşine dönecek ve mutlulukla, evet yüreğinde hissettiği büyük bir mutluluk ve yüzündeki tebessümle sadece şu cümleyi söyleyecektir:

“Uçuyorum Helen... Uçuyorum...”

“Büyükbaban öldü. Hepimizin gün gelip öleceği gibi... Önemli olan ölmeden önce iyi bir yaşam sürebilmektir. Hayat... başlıbaşına bir macera olabilir...”

Hayata iyi bakın

Blueman

16.05.1999

* Filmlerdeki Hayat – 20

Aşağıdaki yazı “Dead Poets Society” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Peter Weir’in “Dead Poets Society” filminde, çok disiplinli, köklü ve geleneklere bağlılığıyla ün yapmış bir kolejde göreve yeni başlayan ve Robin Williams’ın canlandırdığı İngilizce öğretmeninin öğrencilerini şiirin büyülü dünyasıyla tanıştırması, bu tema etrafında ise belki de filmin izleyenlere esas vermek istediği “Carpe Diem / Seize the day (Günü Yakala)” mesajı ile gerçekten istenirse bu basit cümlenin hayatları nasıl da değiştirebileceği anlatılır. Daha ilk derste öğrencilerini okulda daha önce çeşitli alanlarda başarı göstermiş ve kupalar kazanmış olan eski öğrencilerin siyah beyaz yıllanmış fotoğraflarının ve kupaların sergilendiği camekanın bulunduğu koridorda toplayan ve onlara o fotoğraflardaki heyecan dolu, geleceğe ümitle bakan, sanki hiç ölmeyeceklermişcesine enerji dolu genç insanları gösterip, “Sizden hiç farkları yok, ama şu anda kırlardaki nergislere gübre oldular” diyerek, ölümlü her insanın sonunda solucanlara yem olacağını hatırlatan İngilizce öğretmeni şu şiiri okutur içlerinden birine:

Ey gül tomurcukları
Hala vakit varken biraraya gelin,
Zaman uçup gidiyor
Bugün gülen çiçek
Yarın ölüyor

Ve bu arada herbiri bu dünyadan göçüp gitmiş o enerji dolu genç insanlar siyah beyaz fotoğraflardan onlara fısıldar gibidirler:

“Carpe Diem”

Öğretmen hayatın sürekliliği için gerekli olan tıp, hukuk, mühendislik okuma, işte başarılı olma, çok para kazanma gibi amaçlardan bahseder ve şunu ekler: “Ama hayatın asıl amacı güzellik, romantizm, sevgi gibi değerlerdir” Ardından okunan şu şiirle o anlamlı soru gelir:

Bir yaşam ki tekrarlanan olaylar sürüyor
İnançsızlar treninin ardı arkası kesilmiyor
Kentler aptallarla dolup taşıyor
Bu yaşamda benim ne yararım var

Önemli olan yaşıyor olman, yaşamın sürmesi ve bir kişiliğin var olması...
Güçlü oyunun devam etmesi ve bir mısra yazabilme ihtimalin...
Peki senin yazacağın mısra ne olurdu?

Ölü Ozanlar Derneği şiirden çok zevk alan bir grup öğrencinin eski bir kızılderili mağarasında biraraya gelerek sırayla şiirler okumaları ve şiir sayesinde güzellik, romantizm ve sevgi gibi değerleri paylaşmalarını amaçlayan bir topluluktur ve her toplantıdan önce Henry David Thoreau’nun şu dizeleri okunarak açılış yapılır:

I went to the woods because I wanted to live deliberately
(Ormana gittim çünkü bilinçli yaşamak istedim)
I wanted to live deep and suck out all the marrow of life
(Derin yaşamak ve hayatın iliğini emmek / tadını çıkarmak istedim)
To put to rout all that was not life and not, when I come to die, discover that I had not lived
(Yaşamla ilgisi olmayan herşeyi bozguna uğratmak ve aslında hiç yaşamamış olduğumu, ancak ölüm vakti geldiğinde / çok geç farketmemek istedim)

Bunların hepsini aslında biliyoruz değil mi? “Evet çok doğru, ne güzel de söylemiş” demiyor muyuz? Ama hangimiz hayatın iliğini emdiğimizi söyleyebiliriz? Hayata ait olmayan herşeyi bozguna uğratmaya uğraşıyor muyuz, yoksa bozguna mı uğruyoruz?

Jorge Luis Borges’in “Anlar” şiirinde, Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Birşey Var” şiirinde, sonra şu “ölmeden önce ‘çok özel bir günde giyerim’ diye sakladığı elbisesini giyemeden göçüp giden eşinin ardından ağlayan adamın yazdığı “Aslında Her Gün Özeldir” mesajı, Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiiri, Tanrı’yı arayan, ama öğretmeninin kendisine söylediği gibi, Tanrı’nın gelip kendisini bulduğu genç adamla ilgili hikaye vs. hepsi de aynı temayı işleyip, hayata daha bir sarılmamızı ve iyi ya da kötü her anı doyasıya ve layıkıyla yaşamamız gerektiğini anlatmaya çalışmıyor muydu? Evet bu gibi yazıların hepsi de ilk okuyuşta çok etkiliyor hepimizi, ama tekrar o eski asık suratlı, bitkin ruh hallerimize ve monoton yaşamlarımıza (aslında hayatı monotonlaştıran biziz zaten) geri dönmemiz çok da zaman almıyor. Annemizin, babamızın, kardeşimizin, sevgilimizin veya arkadaşımızın yanına gitmek veya telefon edip “Sadece seni çok sevdiğimi söylemek istedim” demek çok anlamsız ve dolayısıyla da zor geldiğinde “Carpe Diem” diyelim içimizden ve bu cümle bize o telefonu ettirsin. Hoşlandığımız insana bunu söylemeye cesaret edemiyorsak, içimizden “Carpe Diem” diyelim ve yapalım bunu. Bir haksızlıkla, cehaletle, yalanla, hırsızlıkla karşılaştığımızda içimizden “Carpe Diem” diyelim ve hayata ait olmayan herşeyi bozguna uğratalım. Çünkü tüm korkularımız, bağnaz düşüncelerimiz, çekingenliklerimiz, geleneklere körü körüne bağlılıklarımız aslında bizi hayatın dışına itiyor.

Soru basit: Senin yazacağın mısra ne olurdu?

Cevabını bulmak için bir ömür gerek oysa...

Bazıları acı ve umutsuzlukla, bazıları her anının tadı çıkarılmış dolu dolu bir hayatın huzuru, kimi pişmanlıklarla dolu, kimi aşk ve sevgiyle yoğrulmuş, kimi hırs ve menfaat uğruna harcanmış, kimisi de belki bir şeyler yazılmak üzere kağıda dayanan, fakat bir şeyler yazmayı beceremeyen bir kalem ucunun yarattığı bir noktadan ibaret olacak bu mısraların...

Hayata iyi bakın

Blueman

18.04.1999

Not: Pazar akşamı, daha önce İstanbul Film Festivali’nde seyretmek üzere kendime bir film seçmiş olmama rağmen, canım hiç evden çıkmak istemiyordu. Ama kendi kendime “Carpe Diem” diyen iç sesimi dinledim ve o an tembellik ederek Taksim’e o filmi seyretmeye gitmeyecek olursam günü yakalayamayacağımı düşündüm. Daha doğrusu buna kendimi ikna ettim. Ve harika bir hilal ve parıldayan yıldızlar altında, ılık ılık esen rüzgarla birlikte Beyoğlu’nda dolaşmak, harika bir film seyretmiş olmak ve filmden önce de üniversitedeki dans hocamız ve ailesine rastlayıp, onlarla “Evde tembel tembel oturacağıma kendi kendime ‘Carpe Diem’ dedim ve geldim, iyi ki de gelmişim” şeklinde konuşmak ve bunun hocamızın da hoşuna gitmesi (sonra da “kimbilir kendi, kocası veya kızı etkilenip, bunu kendileri de uygulamaya başlarlar” diye düşünmek ve mutlu olmak), sonuçta çok iyi bir akşam geçirerek, bu felsefenin hayatımdaki ilk uygulamasını gerçekleştirmiş olmak çok hoşuma gitti.

* Filmlerdeki Hayat – 19

Aşağıdaki yazı “Leaving Las Vegas” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Mike Figgis’in “Leaving Las Vegas” filminden bahsetmiştik daha önce...

Şu ölmek için kendini alkole veren ve yaşamının tek gayesi olarak içki içmeyi seçen, bu arada tanıştığı bir fahişeyle çok özel bir iletişim kuran, ona ne olursa olsun kendisinden içkiyi bırakmasını istememesini söyleyen, her gün pek çok aşksız ilişki yaşayan ve sonunda aşık olmak için alkolik ve ölmek üzere olan bir adamı seçen fahişenin de bir gün kendisine hediye olarak bir içki matarası aldığı adamın hüzünlü hikayesi...

Filmin bir sahnesinde adam barda deli gibi içmektedir ve bir kadınla tanışır. Onunla birlikte olmak ister ama çok sarhoştur ve kadın onu reddeder. Ertesi gün erken kalkmak zorunda olduğunu söyleyerek bardan ayrılırken kadın ona “Belki de bu kadar çok içmemelisin” der.

Adam şu cevabı verir:

“Belki bu kadar nefes de almamalıyım Terry”

Çünkü içmek onun için yaşamla eşdeğerdir artık. İçmekten vazgeçmek de ölümle...

Bu denli bağlı olduğumuz bir kişi, olay veya bir “şey” var mı? O olmazsa bir ölüden farklı hissetmeyeceğimiz, bizim için nefes almak kadar değerli olan bir şey. O olmazsa ölmezsin aslında, yaşam herşeye rağmen devam eder. Ama o varken öyle hissedersin işte. Muhtemelen yoktur değil mi?...

Hayatımızda tutku yok...

Belki de bu iyi bir şeydir. Tutku yakıcıdır aslında. Başta sahibini ateşler, havalara uçurur, coşkuya boğar, ama genellikle de kontrol edilemezdir ve sonunda sahibini yakar.

Onlar eski zamanlardaymış. Birbirini deliler gibi seven, sevdiğinin uğrunda ölümü göze alabilecek insanlar, sevgililerine, ailelerine, vatanlarına veya işlerine tutkuyla bağlı insanlar herhalde çok geçmişte kaldılar.

Ne güzel biz rahatız, güvencedeyiz.

Hayata iyi bakın

Blueman

04.04.1999

* Filmlerdeki Hayat – 18

Aşağıdaki yazı “Bulutların Ötesinde” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Michelangelo Antonioni’nin 1995 yapımı “Par dela les Nuages” (Bulutların Ötesinde) adlı filminde hoş bir sahne ve hoş da bir hikaye vardı.

Genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikayeyi anlatıyordu:

Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerli taşımacıların yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa şartlarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları aşarak yolculuğa günlerce devam etmiş. Günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı aniden duruvermişler. Taşıdıkları yükleri yere indirerek hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini ve bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler suskunluk içinde sadece beklemeyi sürdürmüşler. Bu anlaşılmaz durumu, yerlilerin dilinden anlayan rehber, kendileriyle konuşmayı denedikten sonra şöyle izah etmeye çalışmış:

“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”

Modern şehir hayatının ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan biri bu; “sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru hızla ve çılgınca koşturmak” ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak... Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, sadece duyarsızca bakıp geçmek ve gitmek...

Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli,

Müziği duymaya çalışmalı,

Yavaş dans etmek için çaba sarfetmeli,

Her günün bitiminde yatağımıza uzanıp “kendimize doğru bakmalıyız” galiba...

Hayata iyi bak

Blueman

01.04.1999

* Filmlerdeki Hayat – 17

Aşağıdaki yazı “Cinema Paradiso” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Yaptığımız işi seviyor muyuz? Ya da sevdiğimiz işleri mi yapıyoruz?

Guiseppe Tornatore’nin “Cinema Paradiso” adlı filminde küçük bir İtalyan kasabasındaki Paradiso Sineması’nın, yaptığı işe tutku ile bağlı olan makinisti (Alfredo) ve küçük yaşta bir sinemanın makine dairesinin tozunu yutarak o büyüye kendini kaptıran sevimli bir çocuğun (Toto) arkadaşlıkları etrafında o sinemanın insanları nasıl biraraya getirdiği ve onlara nasıl da mutluluk, hüzün veya yaşama sevinci verdiği, hayatlarını nasıl da aydınlattığı anlatılır.

Makinist bir gün Toto’ya bu işin çok zahmetli, nankör bir iş olduğundan bahsederken, çocuğun “Peki sen bu işi neden yapıyorsun?” sorusu üzerine “Salondaki insanların gülmeleri hoşuma gidiyor, sanki onları ben güldürüyormuşum gibi...” diye karşılık verir. Bunca zahmete sırf bu duygu için katlanmaktadır sanki. Buna rağmen Toto’yu olabildiğince bu işten uzak tutmaya çalışır, ama başaramaz, çocuk o tozu yutmuştur bir kere... İnsanların o sinema salonunu hınca hınç doldurmaları ve filmleri izleyiş biçimleri de unutulmazdır. Kucağında bebeğiyle salona gelip film seyrederken bebeğini emziren anneler, sigaralarını tüttürenler, bir yandan atıştıranlar, yerlerde oturan çocuklar, karanlıktan istifade edip sevişen gençler, film oynarken salona girenler, çıkanlar, balkonda hep aynı yere oturup, fırsatını bulduğunda aşağıdakilere doğru okkalı bir tüküük savuran adam, filmleri daha gösterime girmeden önce tek başına izleyerek ve her öpüşme sahnesinde elindeki çıngırağı sallayarak o sahnenin kesilmesini isteyen kasabanın tek kişilik sansür kurulu olan papaz, acıklı sahnelerde hüngür hüngür ağlayan, her diyaloğu ezbere bilen ve filmdeki karakterlerden önce yüksek sesle konuşmaları mırıldanan adam gibi unutulmaz tipler hep o sinemanın salonunda izlerler küçük dünyaları dışındaki hayatın akışını ve hayata dair her türlü duyguyu... Ne o sinema salonu bizimkilere, ne de filmleri izleyiş tarzımız o insanlarınkine benzemektedir. Sanki orası o kasabanın ve kasaba insanlarının hayatlarının merkezidir. Yıllar boyu pek çok şeye tanıklık eder o sinema. O mekanın bir ruhu vardır sanki; duvarlarına sinen kahkahalar, koltuklarına işlemiş gözyaşları ve her santimetrekaresine yerleşmiş bir insan sıcaklığıdır orayı bunca anlamlı kılan şeyler... Sonunda zaman karşı direnemeyerek yerine otopark yapılmak üzere yıkıldığında, o otoparka arabalarını park eden insanların, o sinemada bir film seyredip içlerinde sonsuz bir coşku duyan, kendilerini kahramanların yerine koyup hayallere dalan, hüzünlenip gözyaşlarına hakim olamayan, çok sevdiği ama bunu dile getiremediği kişiye, izlediği bir film sonrası koşan ve “Seni seviyorum” diyebilen, eski bir anıyı, bir sevgiliyi, annesini, babasını, sevdiklerini hatırlayan, bazen “Keşke...”, bazen de “İyi ki...” diyen veya en azından iki saat kadar da olsa günlük yaşamın ağır yükünü omuzlarından biraz olsun alan bir filmle bambaşka dünyalara giden insanlarla aynı şeyleri mi hissedeceklerini veya otoparkın sinemadan daha elzem bir ihtiyaç mı olduğunu düşünmez hiçkimse... Mekanları değerli kılan, onlara ruh katan insan sıcaklığıdır. Tıpkı yeni gösterime giren “You’ve Got Mail” filmindeki, köşedeki küçük, çocuk kitapları dükkanı gibi...

Alfredo, hep Toto’nun daha başarılı olabileceği ve para kazanabileceği işler yapması için büyük şehre gitmesini, kendisi gibi o küçük kasabaya mahkum olmamasını istemiştir. Ve bir gün Toto Roma’ya giderken ona unutulmaz bir tavsiyede bulunur:
- Sakın buraya bir daha dönme ve arkana bakma. Ve ne yaparsan yap sevdiğin bir işi yap.
Belki de bu sevdiğimiz bir kişiye verebileceğimiz en güzel tavsiyedir: “Ne olursa olsun sevdiğin bir işi yap...”

İçimizde gerçekten şanslı olan veya gerçekten ne istediğini bilen o mutlu azınlık dışında belki de hepimizin arada sırada düşünüp de mutsuz olduğu bir konudur bu “sevdiği işi yapmak” konusu.

Yaptığımız işi seviyor muyuz? Ya da sevdiğimiz işleri mi yapıyoruz?

Doğadan yalıtılmış, insan ilişkilerinin giderek yozlaştığı, iç karartan ofis ortamlarında bilgisayar karşısında dirsek çürüterek bir ömrü harcamakta olanlar, üç beş kuruş memur maaşını hak edebilmek için amirlerinin ağız kokusunu çekmek zorunda kalan ve bunun yarattığı baskı ile astlarının tepesine binen veya akşam eve gittiğinde eşine patlayanlar, günde birbirinden farklı yaklaşık bin kişiyle yüzyüze gelen ve binbir türlü stres kaynağıyla dolu trafikte mücadele veren, yüzleri her daim asık olan şöförler gibi pek çok örneğini sayabileceğimiz bir “mutsuz insanlar” ordusuyuz biz... Yaptıkları işi sevmeyen veya sevdikleri işi yapamayan mutsuz insanlar...

Onca zahmetine rağmen salondaki insaların kahkahalarıyla mutlu olabilen Alfredo’nun yerinde olmak istemez miydiniz? Ya da köşedeki küçük, çocuk kitapları dükkanında, belli günlerde çocukları bir okuma organizasyonunda toplayıp, onlara bir kitap okuyarak, gizliden gizliye kitapları ve dolayısıyla hayatı sevdirmek gibi yüce bir felsefesi olan o kadının yerinde olmak gibi bir şey, sizi şu anda yaptığınız işten daha fazla mutlu etmez miydi?

Yaptığı işi gerçekten severek ve içine sindirerek, bunun sonucunda da hakkını vererek yapan şöförler, şu trafik keşmekeşini biraz olsun ortadan kaldırmaz mıydı? Yaptığı işi seven sağlık personeli, hastaların iyileşmelerini belki daha da çabuklaştırmaz mıydı? Ya da yaptığı işe aşık olan bir öğretmen daha sağlıklı nesiller yetişmesini sağlamaz mıydı? Yaptıkları işin insani yönünü ve felsefesini her zaman hatırlayan ve görev aşkı ile, insan sevgisi ile çalışan bir polis toplumun gerçekten de güvencesi olmaz mıydı?
Belki hepimiz bir an durup kendimize sormalıyız: “Benim gerçekten yapmak istediğim ne ve bunu neden istiyorum?” Bu “neden?” sorusunun cevabı para, mevki, bir ev, daha iyi bir araba veya şan, şöhret dışında daha insanca ve sağlam bir “felsefe”ye dayansaydı daha yaşanır bir dünya olurdu bu dünya...

Hayata iyi bak

Blueman

31.01.1999

* Filmlerdeki Hayat – 16

Aşağıdaki yazı “Birdy” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

“...Aşklar sıradan cümlelerle başlar, ilişkiler sıradan cümlelerle biter, dostluklar sıradan cümlelerle terk edilir, acılar sıradan cümlelerle dile getirilirdi.
Bazen ‘bu akşam ne kadar güzel deniz’ dediğinizde mutluluğunuz anlaşılırdı.
Bazen ‘bu yıl kış erken geldi’ dediğinizde bir terk edilişin yalnızlığı çınlardı sesinizde...
... Hayat o sıradan cümlelerin içinde saklıdır, acılar, aşklar, özlemler, yalnızlıklar, kuşkular, kıskançlıklar hep o sıradan cümlelerin eteklerinin altındadır.
Gerçekleri sıradan cümleler söyler bize.
Hayatımızı onlar belirler.
Bir de büyük cümleler vardır, kılıç kılıca değer gibi şakırdayan, meşaleler gibi parıldayıp alevler gibi yakan cümleler. O büyük cümleler de bize yalanları söylerler...”

Ahmet Altan “Karanlıkta Sabah Kuşları” adlı kitabındaki “Sıradan Cümleler” denemesinde bunları yazmıştı.

Müziklerini Peter Gabriel’in yaptığı, Alan Parker’ın “Birdy” adlı filminde içine kapanık, insanlarla, özellikle de kadınlarla sağlıklı iletişim kuramayan, tüm benliğiyle kuşlara ve uçmaya tutkun olan ve giderek bu tutkunun esiri olup gerçek hayatla bağları günbegün zayıflayıp kopma noktasına gelen bir gençle (Matthew Modine), dışa dönük, kızlarla arası hep iyi olmuş, bir tek babasından çok çekinen mahallenin zıpır ve yakışıklı delikanlısı (Nicholas Cage) arasındaki dostluk temel alınarak, savaşın anlamsızlığı ve kişiler üzerindeki tahribatlarına ilişkin etkileyici mesajlar verilir.

Mahalle çocuklarının garip olarak nitelendirip, fazla yanaşmadıkları Birdy bir gün verandada oturmuş, elindeki çakıyla yakalayıp eğittiği güvercinlerinin kafesini tamir etmektedir. Nicholas Cage (Al) ve küçük kardeşi yaklaşırlar:
- Merhaba kuş çocuk.
- .....
- Çakın var mı? Elime kıymık battı da...
- .....
Birdy sakince çakıyı Al’a uzatır ve Al çakıyı kardeşine göstererek sorar:
- Bu muydu aradığın çakı?
- Evet, o benim çakım.
Birdy hemen atlar ve “Hayır, o benim” diyerek çakıyı alıp kaçmaya başlar. Kovalamaca sonrası Al iyi bir güreşçi olmasına rağmen Birdy’yi yakalayamaz, çünkü o daha çeviktir. Ama sonunda amacına ulaşır ve çakı küçük kardeşinin elindedir yine. Bu arada küçük kardeş çakının çalındığını söyleyince, Birdy çakıyı çalmadığını, onu para vererek bir başka çocuktan satın aldığını söyler ve bunun üzerine Al çakıyı ona geri verir:
- Bu çakı senindir o zaman.
- Hayır, o kardeşinin...
- Hayır, bunu almanı istiyorum, o artık senin...
Al kardeşiyle uzaklaşırken Birdy arkalarından seslenir:
- Güvercinleri sever misin?
- Nesini seveyim güvercinlerin?
- Uçarlar... Yetmez mi?
Ve böylece güvercin yakalayıp eğitmeye başlarlar birlikte.
O sıradan cümleyle başlayan arkadaşlıkları giderek dostluğa dönüşecek, paylaştıkları her olay onları birbirlerine daha da bağlayacaktır.

Bir ömür boyu süren bir dostluk...

Sonra savaşa giderler ayrı zamanlarda...

Vietnam Savaşı’nın fiziksel ve manevi zararlar verdiği Al ve hayatla olan o zayıf bağlarıni iyice kopartıp, yaşayan bir ölüye çevirdiği Birdy kendilerine söylenen büyük ve parıltılı cümlelerin kurbanı olmuşlardır.

“Biz kandırdılar, yok ettiler Birdy...”

Dostluk, sevgi ve sıradan (!) duygular, kanlı ve parıltılı zaferlerin çok üstündedir.

Sıradan cümleler, alevli cümlelerden daha derin anlamlar içermektedir.

Sıradan ama değerli olanın ayırdına varabilmek bazen hiç de sıradan bir iş değil...

Hayata iyi bakın

Blueman

29.01.1999

* Filmlerdeki Hayat – 15

Aşağıdaki yazı “Mediterraneo” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Gabriele Salvatores’in “Mediterraneo” adlı filminde bir avuç İtalyan askeri Akdeniz’de keşif yaparlarken bir Yunan adasına gelirler. Gemilerinin batması ve telsizlerinin de bozulması ile adada mahsur kalan askerlerin sedece kadın, çocuk ve yaşlıların bulunduğu Yunan köyünde yavaş yavaş onlardan biri haline gelmeleri ve yaşadıkları son derece insanca ve hoş olaylar anlatılır.

Sanatçı ruhlu teğmenin resim yapmaya ve daha sonra köy papazının teklifi ile köy kilisesinin duvar resimlerini restore etmeye başlaması, gerekirse yıkmak, yakmak ve öldürmek amacıyla oraya gelmiş bir kişinin, düşmanının kilisesini güzelleştirmesi, dolayısıyla da yıkıcılık yerine yapıcılığı, dünyaya kan ve acı yerine güzellik, üretkenlik, kalıcılık getirmesi, aslında sessiz ve sade bir biçimde verilen çok önemli bir mesajdır filmde... Çok sevdiği ve yanından savaşa giderken bile ayırmadığı eşeği, yanlışlıkla arkadaşları tarafından vurulan asker o köyde yine tutku ile bağlanacağı bir başka eşek bulur, daha sonra ise bir Yunan köylüsüne aşık olur ve kadının kocası savaştan dönene kadar, birbirlerini gelecek kaygısı olmadan, sadece o an ve o gün için severler. Dağda nöbet tutan iki kardeşin yine bir köylü kızıyla, kıskançlıktan nasibini almamış ilişkileri öylesine saf bir şekilde yansıtılır ki... Günler futbol oynayarak, Türk kahvesi içip tavla atarak, güneşin altında amaçsızca uzanarak ve çıplak denize girerek geçer gider. Daha önce hiçbir kadınla beraber olmayan asker, arkadaşlarının tersine köyün fahişesi ile beraber olmak istemez, çünkü “önce aşık olması” gerekmektedir. Sonunda o yüce duygu her ikisini de yakalayacaktır. Belki o köy hepsinin farkında olmadan en çok olmak istedikleri, üzerinde her zaman mutlu olacakları bir hayal diyarıdır.

Filmi seyrederken savaşın anlamsızlığı, kanlı ve güültülü savaş sahneleri ile değil, son derece sade ve huzur dolu sahnelerle derin ve sessiz sedasız biçimde içimize işler. Her sahnede insan, yaşamın güzelliklerini, sade ama çok değerli anlarını, insanca duyguları, kahramanlarla birlikte yaşar ve içinde hisseder. Olayların geçtiği ada, güneş, deniz, filmde yaratılan karakterler ve özellikle de müzikler bize öylesine yakındır ki (Fahir Atakoğlu ve Sertab Erener’in müziklerden esinlenerek albümlerinde yer vermeleri)... Bizler de birer Akdenizli olarak bu sıcakkanlı ve içten filmi çok sevmiştik. Adadan ayrılırken askerleri evlerine götüren temiz giyimli, kibar İngiliz askerlerden biri, eşeğini de beraberinde gemiye bindiren İtalyan’a bakarak “Buna inanamıyorum” der. Tabii ki bu duygu bir İngiliz için “inanılmaz”dır.

Yunan papazın söylediği gibi “İtalyanlar, Yunanlılar, Türkler. Aynı yüz, aynı ırk, aynı kök...” Tabii çıkar meseleleri, politika ve politikacılar, aramıza konan sınırlar ve devamlı ekilen düşmanlık tohumları bunu böyle görmemize engel oluyor. Ama yine de farklı gibi görünen, ama aslında pek çok ortak yönleri olan kültürlerden gelen insanları birleştiren, hayatın güzellikleri ve insanca duygularla dolu güneşli bir ada hayal etmek çok güzeldi...

Hayata iyi bakın

Blueman

13.01.1999

* Filmlerdeki Hayat – 14

Terry Gilliam’ın yönettiği ve Robin Williams ile Jeff Bridges’ın gerçekten harika oyunculuk çıkardıkları “Fisher King” filmi baştan sona çok etkileyici ve iz bırakan bir filmdi. Robin Willaims’ın Jeff Bridges’a “Bulut Avcılığı”nı (gece karanlığında parktaki çimenlere çırılçıplak uzanıp gökyüzündeki bulutların geçişlerini izlemek) öğrettiği o sahnede anlattığı masalı çok etkileyici buldum ve tercüme ederek sizlerle paylaşmak istedim.

Balıkçı Kral Masalı

Hikaye kralın çocukluğunda başlar. Kral olabilmek için bir cesaret sınavına girmesi ve ormanda yalnız başıına bir gece geçirmesi gerekmektedir. O gece ormanda yalnız iken karşısına kutsal bir ruh görüntüsü çıkar. Kutsal ruhun yanındaki kamp ateşinin içinde tanrısal inayetin ilahi sembolü olan kutsal kase durmaktadır. Ve bir ses çocuğa şöyle der: “Al bu kaseyi ve onu hayatın boyunca koru. İnsanların kalplerindeki acıları iyileştirecektir.”

Ancak çocuğun gözleri güç, zafer ve güzellikle dolu hayatın görüntüsü ile körleşmiştir. Bu körlük ve tam bir vecit hali içinde kendini bir çocuk gibi değil de bir Tanrı gibi görür. Yenilmezdir. Elini ateşin içine sokar ve kadehi kavrar, ama o anda kadeh gözden kaybolur ve çocuğun eli feci şekilde yanar. Zamanla çocuk büyür , ama yıllar geçtikçe elindeki yara giderek derinleşir. Ve bir gün hayat onun için anlamını yitirir. Hiç kimseye inanmamaktadır. Hatta kendine bile... Sevdiğini bilemez ve sevildiğini anlayamaz. Bunu iyice anladığında hastalanır. Ruhu hastalanmıştır ve yavaş yavaş ölmeye başlar. Günlerden bir gün bir mecnun saraya gelir ve kralı yalnız yakalar. Ve o saflığıyla kralı tanıyamaz. Sadece acı çeken yalnız bir insan görür krala baktığında... Krala sorar: “Derdin nedir dostum?” Kral cevap verir: “Susadım. Biraz su olsaydı da boğazımı ıslatabilseydim.” Mecnun yatağın yanında duran bir su kabını alır, su ile doldurur ve krala uzatır. Kral suyu içerken yarasının iyileştiğini farkeder. Ellerine bakar ve orada tüm yaşamı boyunca aradığı kutsal kaseyi görür. Şaşkınlık içinde mecnuna sorar: “En asillerin ve en cesurların arayıp da bulamadıkları kutsal kaseyi nasıl oldu da sen buldun?”

Ve mecnun cevap verir: “Bilmiyorum! Sadece susadığını biliyordum.”

Hayata iyi bakın

Blueman

06.01.1999

* Filmlerdeki Hayat – 13



“Filmlerdeki Hayat – 12”den devam;

Luc Beson’un 1988 yapımı “The Big Blue” filminde Jacques Mayol çok sevdiği ve tutkuyla bağlı olduğu denizin, önce çocukluğunda, sünger çıkarmakta olan babasını, şimdi de en yakın dostunu elinden alması sonrası şok geçirmektedir. Zaten daha önce de içe dönük ve gerçek hayatla pek fazla haşır neşir olmayan bir karakter çizmekte olan Jacques aldığı bu son darbe üzerine (arkadaşının ölümünden biraz da kendini sorumlu tutmaktadır) hayattan tamamen uzaklaşır ve bir gece gördüğü yunuslarla dolu rüya üzerine, onların çağrısına kulak vererek denize koşar. Gece karanlığında kendini soğuk sulara bırakmadan önce, kendisini engellemeye çalışan kız arkadaşının onu çok sevdiğini haykırması, hatta hamile olduğu haberini vermesi, yanında kalması için yalvarması ve “Ben yanındayım, ben buradayım ve ben gerçeğim” diye gözyaşlarına boğulması da fayda etmeyecektir. Çünkü onun “gitmesi” ve “görmesi” gerekmektedir. Ve sonunda bunu anlayan kız sevgilisini 100 m. derinliğe indirecek olan aletin ipini kendi elleriyle çeker: “Git ve gör sevgilim...”
(“Leaving Las Vegas”ta fahişenin ölüme giden alkolik sevgilisine matara hediye etmesindeki “gerçek sevgi” olgusu gibi...)
Ve Jacques sonunda 100 m. derinlikte kendini çağıran bir yunus hayalinin peşinden gitmeyi “SEÇECEKTİR.”

Bazen bu “gitme” kavramı öyle derin anlamlar taşır ki “gitmek” isteyen için, geride kalanlar bunu anlamakta zorlanır ve buna isyan ederler.

Jacques hayalinin peşinden gitmeyi seçmiştir. Hayat da zaten yaptığımız seçimlerle şekillenir. İşte bu konuda gerçekten hoş bi ryazı... Hayatımızın akışını değiştirebilecek bir yazı belki de... Eğer onu dikkate almayı ve uygulamayı “seçersek” tabii...

Jerry çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şeyler bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, “bu adam bu halde nasıl bu kadar iyimser olabiliyor?” diye... Birisi nasıl olduğunu sorsa, “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep... “Bomba gibi....”
Jerry doğal bir motivasyoncuydu. Yanında çalışanlardan biri o gün kötü bir günündeyse Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni. Bir gün Jerry’ye gittim, “Anlayamıyorum” dedim. “Nasıl oluyor da her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun, nasıl başarıyorsun bunu?” Jerry şöyle cevapladı sorumu: “Her sabah kalktığımda kendi kendime ‘Jerry bugün iki seçimin var, havan ya iyi olacak ya kötü’ derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda iki seçimim var. Kurban olmak ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana birşeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var; şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanını seçerim.” “Yok yahu” diye protesto ettim. “Bu kadar kolay yani.” “Evet kolay” dedi Jerry. “Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Yani sen hayatını nasıl yaşayacağını seçersin.” Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra Jerry’nin başına çok tatsız bir olay geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp Jerry’yi deliş deşik etmişler.Ameliyatı 18 saat sürmüş. Haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm. “Nasılsın?” diye sorduğumda “Bomba gibiyim” dedi, “bomba gibi...” “Olay sırasında neler düşündün Jerry?” diye sordum. “Yerde yatarken iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü. Ben yaşamayı seçtim.” “Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?” “Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep ‘İyileşeceksin merak etme’ dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla taşırlarken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana ‘Bu adam ölmüş’ diyordu. Bir şeyler yapmazsam birazdan ölü bir adam olacaktım gerçekten.” “Ne yaptın?” diye merakla sordum. “Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu. ‘Evet’ diye yanıt verdim. ‘Var’... Doktorlar ve hemşireler merakla sustular. Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: ‘Benim kurşunlara alerjim var!’ Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım. ‘Ben yaşamayı seçtim, beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil...’”

Jerry sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile de yaşadı. Yaşaması bana iyi bir ders oldu. Her gün hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim. .. Ve herşeyin kendi seçimlerimize bağlı olduğunu...

Hayata iyi bakın

Blueman

23.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 12

Luc Besson’un son derece etkileyici filmlerinden biri olan “The Big Blue”da bir kıyı kasabasında doğup büyümüş, aileleri balıkçılık ve süngercilikle uğraşan, kendileri de sürekli denizle haşır neşir olan iki arkadaşın dostlukları kadar hayat boyu süren rekabetleri de ele alınır; kim daha derine dalabilmektedir? Her ikisi de büyüdüklerinde aletsiz dalış yarışmalarına katılırlar ve çok önemli dereceler elde ederler, fakat kimin daha iyi olduğu henüz belli olmamıştır. Jean Reno’nun canlandırdığı girişken, fırsatçı ve güçlü karakter, daha çok para karşılığı kurtarma, batık çıkarma gibi işler yaparken, daha içe dönük bir karakteri (Jacques Mayol – 100 m. altına aletsiz dalış yapmayı başaran ilk dalgıç) Jean-Marc Barr’ın üzerinde ise, daldığı zaman tıpkı bir balık gibi kan basıncında müthiş bir düşme görüldüğü ve kanın daha çok beyin etrafında toplanmasıyla, vücudun diğer bölgelerinde metabolizmanın çok yavaşlayarak dipte daha uzun süre nefessiz kalabilmesine ve daha derinlerdeki basınca dayanabilmesine imkan tanıması gibi özelliklerinden dolayı bilimsel çalışmalar yapılmakta ve yarışmalara bilimsel metodlarla hazırlanmaktadır. Sonunda bu iki çocukluk arkadaşı Dünya Serbest Dalış Şampiyonası’nda karşı karşıya gelirler.
Ancak bu rekabet hikayesinin ardında yönetmenin müthiş sualtı çekimleri, Eric Serra’nın görüntülerle uyumlu muhteşem müzikleri, hikaye ve karakterler, aslında denize karşı duyulan tutku derecesindeki sevginin, denizin o esrarengiz güzelliğinin ve çekiciliğinin de altını çizmektedir. Jean Reno’nun, yarışma sırasında hırsı yüzünden kendini aşırı zorlaması ile geçirdiği kaza sonrası çocukluk arkadaşının kucağında son nefesini vermeden önce “It’s better down there, take me back to the sea – Aşağısı daha iyi, beni oraya geri götür” diyerek yalvarması ve Jacques Mayol’un arkadaşının cesedini denizin sonsuz maviliğine bıraktığı sahne, şu aşağıdaki şiirle öylesine uyumluydu ki...


“Infinity”

For the sea calms the soul...
And all who look on it
Are stilled by its magnitude.
Straining my eyes to search its depths
I find nothing...
Nothing...
Nothing...
Until I realize
I am witnessing infinity

Pamela Keane

ya da şununla...

We are of the ocean
This, our home is a water planet
From space it is a lovely cerulean sphere of glittering liquid,
iced with frosty clouds.
Water.

Our hearts beat in a cadence set by the waves that wash up on the shore.
The sea is our great mother who nurtures and cradles all life
in her still, deep bosom.
To be in the ocean, to dive beneath the waves,
To return to the sea
is a voyage home.

Valan Evers

Hayata iyi bakın

Blueman

22.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 11

Bazen umutsuzluğa kapıldığımız ve yaşama sevincimizi kaybettiğimiz zamanlar olur. Hatta bu umutsuzluk ve yaşam coşkusu kaybı, kimi insanları anlamsız (!) hayatlarına son verme noktasına kadar götürebilmektedir. Böyle zamanlarda keşke sihirli bir el gözlerimizi açabilse ve bize, dünyaya hiç gelmemiş olmamız halinde neler olurdu ve kimlerin hayatı nasıl etkilenirdi gösterebilseydi. İyi bir hayat sürmüş bir insanın çevresine ne büyük faydaları olduğunu tahmin bile etmemiz güçtür. Bu düşünceden yola çıkarak insanı çok mutlu eden bir film yapmış olan Frank Capra’nın “It’s A Wonderful Life” adlı bu filmini keşke bizim TV’lerde de tekrar gösterselerdi bu yılbaşı ve her yılbaşı... Herkese, yayınlandığı zaman bu filmi kaçırmamalarını tavsiye ederim. Şimdi de yine bu film hakkında Ali Kırca’nın kaleme aldığı bir yazıya göz atalım...
“Dünyanın En İyi Filmi

Dünyanın en iyi filmi, hayatın güzel ve yaşanası olduğunu anlatan bir filmdir. Bir özdeyiş gibi algılanabilecek bu sözler aslında bir gerçeği yansıtır. Evet dünyanın en iyi filmi hayatın güzel ve yaşanası olduğunu anlatan “It’s A Wonderful Life” adlı filmdir.
Sinema tarihinde pek çok ölümsüz yapıta imzasını atan ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden olan Frank Capra şöyle der: “Bu filmle sinema yaşamımın en iyi filmini yaptığımı düşünüyorum. Daha da ötesi, dünyanın en iyi filmini yaptığıma eminim.” Capra’nın sözlerini “100 Yılın 100 Filmi” adlı önemli sinema kitabında aktaran usta eleştirmen Atilla Dorsay kendi yargısını da eklemeden edemez: “Olasıdır ki dünyanın en iyi filmini yaptığını söylerken yönetmen haklıdır.”

“It’s A Wonderful Life – Harika Bir Hayat Bu” dünyanın en masraflı filmi değildir. Hiçbir zaman dünyanın en çok kazanan filmi de olmamıştır. Ama dünyanın en çok seyredilen filmi olduğu kesindir. Çünkü Amerika’dan Avrupa’ya hemen tüm televizyonlar bu filmi her Noel’de bir bayram armağanı gibi sunmuşlardır seyircilerine. 1946’da çevrilen film tam yarım yüzyıldır her Noel’de gösterilmiştir. Ekranlarda. Son elli yılda bu filmi seyretmemiş tek bir kuşak, hatta tek bir insan yok gibidir batı dünyasında. Bu filmi izleyen yüz milyonlarca insan Noel’i izleyen her yeni yıla, iç huzuruyla, yürek dinginliğiyle ve kendileriyle barışık olarak girmişlerdir. Film terapi gibi gelmiştir insanlara. Konusu Noel’de geçtiği için Noel’de gösterilen ve ‘yeryüzüne inen melek’ gibi motifler taşıyan “It’s A Wonderful Life” asla bir Hıristiyanlık filmi değildir. İnsana dair evrensel bir öyküdür. Capra da dünyanın en iyi filmini bir Noel hikayesi anlatmak için değil, insana dair evrensel bir masalı resimlemek için çekmiştir. Yılbaşına doğru karlar altında bir Amerikan kasabasında geçen bu mucizeler konçertosunu, yılbaşına doğru karlar altında bunalan bir ülkenin insanlarına anlatmak istedik. Belki terapi gibi gelebilir.

Filmin kahramanı George Bailey “hayatı tümüyle başarısız olmuş, istediği hiçbir şeyi elde edememiş ve yaşamını değerlendirememiş” sırada bir Amerikalıdır. Yeryüzündeki milyonlarca insan gibi. Son giriştiği işteki talihsizliği onu batmanın eşliğine getirince intihara karar verir. İşte o noktada “yukarıdaki” bir melek gönderir Bailey’i kurtarmaya... “Ona kendisinin doğmamış ve yaşamamış olacağı bir dünyayı gösterir. Bu dünya hiç de şimdikinden iyi değildir. Çünkü yaşam objektiftir, kollektiftir, çevresine yardım ederek yaşayan ve birşeyler üreten bir insan, ömür boyu farkına varmadan öyle iyilikler yapar ve öyle ilişkiler kurar ki, o olmasa tüm o insanlar için hayat çok daha kötü dönemeçlere girebilir. George Bailey birden bunu kavrar; evet hayat güzeldir, giderek şahanedir. Yeter ki insan bunu değerlendirmesini bilsin... (A.D.)”
Filmin sırrı alışılmamışı yapmasındadır: “Çünkü bir melek bir insana, onun geçmişini veya geleceğini değil, hiç yaşamadığı, hiç görmediği, göremeyeceği ve görmemesi gereken bir dünyayı gösterecektir. İçinde kendisinin asla var olmadığı bir dünyayı...”

Siz siz olun, ister koca bir ülke, ister “küre-i arz”da bir garip ademoğlu, içinde var olduğunuz dünyaya küsüp “terk-i diyar” eylemeden, içinde kendinizin asla var olmadığı bir dünyayı da düşünün. O dünyayı ve o hayatı keşfettiğiniz an yaşadığınız hayata sarılacaksınız sımsıkı... Çünkü “It’s A Wonderful Life” veya “harika bir hayat”tır bu... O keşif macerası da sizin için “dünyanın en iyi filmi” olacaktır. Çekin kendi hayatınızın en iyi filmini... Ödülü hayatınızdır.”
.................................................

Hayata iyi bakın

Blueman

22.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 10

“Good Will Hunting” adlı filmde, dahi bir gencin (Matt Damon) topluma uyumsuzluklarını, iç dünyasındaki firtınaları çözümlemeye çalışan bir doktorla (Robin Williams) olan bir diyaloğu...

Genç, doktorun odasına ilk girdiğinde onun yaptığı ve fırtınalı bir denizde kayığıyla tek başına mücadele veren bir balıkçı tablosunu görür ve bu resmi, “Bence bu balıkçı sensin, hayatında büyük bir hata yapmışşsın ve o hatadan kaçıp kurtulmaya çalışıyorsun. Yoksa yanlış kadınla mı evlendin? Evet evet yanlış bir kadınla evlendin ve bu hata hayatını mahvetti değil mi?” şeklinde yorumlayarak doktorun çok sinirlenmesine neden olur. Doktor genci odasından kovar. Daha sonra bir parkta, göl kenarındaki bir bankta otururlarken şu konuşma geçer aralarında:

Sean (Doktor): - Geçen gün bana söylediklerini düşündüm, yaptığım resmim hakkında...

Will (Dahi genç): - Eeee...

Sean: - Neredeyse bütün gece bunu düşünerek uyuyamadım. Sonra bir şeyi anladım ve derin, huzur dolu bir uykuya daldım ve ondan beridir de bu konuyu hiç düşünmedim. Biliyor musun o gece neyi farkettim?

Will: - Hayır

Sean: - Sen sadece bir çocuksun. Söylediklerin hakkında en ufak bir fikrin yok.

Will: - Şimdi sana teşekkür mü etmeliyim?

Sean: - Önemli değil. Sen hiç Boston’da bulunmadın.

Will: - Yoooo...

Sean: - Tamam, sana sanat hakkında sorular sorsam, muhtemelen bana şimdiye kadar yazılmış tüm sanat kitapları hakkında ayrıntılı bilgiler verebilirsin. Michelangelo, onun hakkında çok şey bilirsin. Hayatı boyunca yaptığı çalışmalar, politik istekleri, o ve Ortodoks papaz, cinsel eğilimleri, tüm eserleri vs. değil mi? Ama bahse girerim ki Sistine Kilisesi’nin neye benzediğini bana anlatamazsın. Gerçekte hiçbir zaman orada durup da o güzelim tavanı seyretmedin. Görüyor musun? Sana kadınları sorsam, bana muhtemelen kişisel olarak beğendiğin kadınların bir listesini verebilirsin. Hatta birkaç defa onlarla sevişmiş de olabilirsin. Ama bana bir kadının yanında uyanmanın ve gerçekten kendini mutlu hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu anlatamazsın. Sen sert bir çocuksun. Sana savaşı sorsam, büyük ihtimalle, uh... bana nutuklar atabilirsin değil mi? Ama sen hiçbir savaşın içinde olmadın. Sen asla en iyi arkadaşının kafasını kucağında tutup, sana yardım isteyen gözlerle bakarak son nefesini verişini izlemedin. Sana aşkı sorsam, bana büyük ihtimalle bir şiir yazabilirsin. Ama asla bir kadına bakıp tam anlamıyla incinebilir hissetmedin kendini, acı çekmedin. Sadece bakışlarıyla seni yüceltebilecek veya yerle bir edecek bir kadın tanımıyorsun. Sanki Tanrı yeryüzüne sadece senin için bir melek göndermiş gibi hissedersin. Seni cehennemin derinliklerinden kurtarabilecek bir melek... Ve bilmezsin o kadının meleği olmak ve sonsuza kadar orada olacak aşkına sahip olabilmek nasıldır. Herşeyde... Kanserde... Ve asla bilemezsin onun ellerini tutarak iki ay boyunca bir hastane odasında ayakta uyumanın ne demek olduğunu... Sen gerçek kaybın ne olduğuunu bilmezsin, çünkü bu, bir şeyi kendinden daha fazla seversen gerçekleşir. Bahse girerim sen hiçbir zaman bir şeyi bu kadar fazla sevmeye cesaret edemedin. Sana bakıyorum; akıllı, kendine güvenen bir erkek görmüyorum. Kendini beğenmiş, korkak bir çocuk görüyorum. Ama sen bir dahisin Will. Bunu kimse inkar edemez. Kimse senin derinliklerini anlayamaz büyük ihtimalle... Ama sen yaptığım bir resmi gördüğün için hakkımda herşeyi bildiğini iddia ediyorsun ve kahrolası hayatımı paramparça ediyorsun. Sen bir yetimsin değil mi? Sadece Oliver Twist’i okudum diye hayatının ne kadar zor olduğunu, nasıl hissettiğini bildiğimi düşünebiliyor musun? Bu sana mantıklı geliyor mu? Şahsen benim hiç umurumda değil, neden biliyor musun? Senden, bir kitaptan öğrenemeyeceğim hiçbir şeyi öğrenemem. Sen kendin hakkında, kim olduğun hakkında konuşmadıkça... Ve ben hayran kaldım. Ben varım. Ama sen bunu yapmak istemiyorsun, değil mi dostum? Söyleyebileceklerin hakkında dehşete düşüyorsun.
...............................................

Evet şurası açık ki, “hayatı anlayabilmek, onu içimize sindirebilmek ve güzellikleri doyasıya yaşayabilmek için zeki, bilgili, kültürlü, çok okumuş, akıllı, üniversite mezunu vs. olmak yetmiyor galiba” diye düşünmeden edemiyor insan...

Hayata iyi bakın

Blueman

16.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 9

“Biliyorum, ben de erkek kardeşimle tamamen farklı kişiliklere sahiptik ve birbirimize hiç benzemiyorduk. Tıpkı ve sen ve annen gibi... Çocukken bir gün erkek kardeşimle göl kenarına inmiştik ve bir karınca yuvası gördük. Görebileceğin en güzel karınca yuvasıydı. Ben yuvayı hayranlıkla seyrederken, birden kardeşim bağırarak yuvayı tekmelemeye ve dağıtmaya başladı. Zavallı karıncalar etrafa dağılmışlardı ve kaçışıyorlardı. Ben koşarak anneme gittim ve ağlamaya başladım. Annem beni alıp yuvanın yanına götürdü ve biraz sonra karıncaların tekrar çalışmaya başladıklarını ve yuvayı bir kez daha inşa ettiklerini gördük. Ben sordum: “Anne, neden aynı yuvayı tekrar inşa ediyorlar, yuvanın tamamı yıkıldı ve bazıları öldü, niye vazgeçmiyorlar?” Annem de şöyle cevap verdi: “Çünkü onlar bir aile... Herbiri bir diğerinden farlklı da olsa aynı amaç için çalışıyorlar ve asla vazgeçmiyorlar. Tanrı aileleri işte bu yüzden yaratmıştır. Umutsuzluk kazanmasın diye...”

Bunları “Hope Floats” adlı filmde bir anneanne, o anda annesine çok kızmış ve ondan nefret ettiğini düşünerek yatağında ağlamakta olan torununa, uykuya dalmasından önce anlatır.

Umutsuzluk kazanmasın.

Hayata iyi bakın

Blueman

14.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 8

Bu sefer bir alıntı...



Amerikan filmlerinde hep...

Polis araştırmaları sırasında en az bir kez bir striptiz salonuna uğramak şarttır.
Amerika’daki bütün telefon numaraları 555 ile başlar.
Biri sizi şehirde kovalıyorsa, senenin hangi günü olursa olsun genellikle St. Patrick Günü törenlerine rastlarsınız ve kalabalığa karışırsınız.
Bütün yataklarda L şeklinde çarşaflar bulunur ve bu çarşaflar kadının koltukaltı hizasına kadar uzanırken, onun yanında yatan erkeğin bel seviyesine kadar uzanır.
Bütün market alışverişi çantalarında en az bir somun Fransız ekmeği bulunur.
Kontrol kulesinde konuşabilecek birini bulan herkes bir uçağı indirebilir.
Herhangi bir binanın havalandırma sistemi mükemmel bir saklanma yeridir. Sizi orada aramak kimsenin aklına gelmez ve siz de hiçbir güçlükle karşılaşmadan binanın herhangi bir bölümüne gidebilirsiniz.
Silahı yeniden doldurmanız gerekiyorsa daima mühimmatınız bulunur, daha önce hiç taşımıyor olsanız bile...
Şehriniz tabii bir felaket ya da bir canavar tarafından tehdit ediliyorsa belediye başkanının ilk endişesi turistler veya yakında açılacak bir sergidir.
En tehlikeli şekilde yaralanan bir erkek gıkını bile çıkarmaz, ama bir kadın yaralarını temizlerken inlemeyi ihmal etmez.
Bir pencere camı bariz gözüküyorsa, az sonra oradan biri dışarı atılacaktır.
Taksiye ödeme yapmak için cüzdanınıza bakmanıza gerek yoktur; elinize gelen ilk parayı çıkarıp uzatın, tam da ücret kadar olacaktır.
Mutfaklarda elektrik düğmeleri bulunmaz. Geceleyin mutfağa girdiğinizde buzdolabının kapısını açmanız yeterlidir.
Bilgisayarlar her tuşa basıldığında “bip” sesi çıkarırlar.
Anneler her sabah yumurta, krep vs.den ibaret kahvaltı sofrası hazırlarlar, ancak baba ve çocukların kahvaltı yapacak zamanları hiç olmaz.
Kabustan uyanan biri daima yatağın içinde dimdik doğrulur ve hızlı hızlı solur.
Elektronik zamanlama cihazlarına sahip bütün bombaların üzerinde bombanın ne zaman patlayacağını belirten büyük ekranlar vardır.
Ziyaret ettiğiniz mekanın tam önüne park etmek daima mümkündür.
Bir dedektif bir davayı ancak askıya alındıktan sonra çözebilir.
Bir çok laptop bilgisayar, istilacı uzaylı uygarlıklarının iletişim sistemlerini bozacak kadar güçlüdür.
Dövüş sanatları içeren bir kavgada düşmanlarınız sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar, etrafınızda dans ederek dönüp durular ve öncekiler nakavt oldukça sırayla kavgaya girerler.
Biri kafasına yediği darbeyle baygın düşse bile asla bir beyin hasarı veya travma geçirmez.
Polis departmanları memurlarını kesinlikle zıt karakterleriyle eşleştirmek için onlara kişilik testleri uygularlar.
Yalnız başlarına kaldıklarında yabancılar İngilizce konuşmayı yeğlerler.
Her ihtiyaç duyulduğunda elektrikli testere bulmak mümkündür.
Bir kağıt atacı veya bir kredi kartıyla her kapı açılabilir; tabi bu kapı içinde bir çocuk bulunan ve yanan bir evin kapısı değilse...
Hiçbir arabanın kapısı kilitlenmez, camları dahi kapatılmaz. Dünyanın arabası çalınır, ama bunlar hariç...
FBI, CIA’in bilgi sistemleri, “birileri bize girse de pat diye cevap versek” tarzında çok misafirperver çalışmalar içindedirler.

Hayata iyi bakın

Blueman

11.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 7

Woody Allen’ın 1977 yılında En İyi Film Oscar’ı kazanan filmi “Annie Hall”da şehirli insanların stresli hayatları, paranoyaları, takıntıları, ölüm korkuları, kadın erkek ilişkilerinin zor ve zevkli tarafları, hayatın anlamı gibi konular kara mizah tarzı içinde işlenir. Filmin açılış sahnesinde Woody’nin canlandırdığı Alvy Singer karakteri bir süre seyirci ile dertleşir ve kendi takıntılarından, ruhsal gerilimlerinden dem vurduktan sonra, kız arkadaşı ile ilişkilerinden bahseder ve çocukluğundan konu açılarak filme girilir. Bu monologda bir takım hoş hikayelerden bahseder Alvy...



Örneğin iki aksi ihtiyar bayan lüks bir lokantada yemek yemekte ve hiçbir şeyi beğenmemekte, sürekli mizmizlanmakta ve dır dır etmektedirler: “Yemekler ne kadar kötü, şu çatal bıçaklara bak ne kadar da kirli, insan yemeğe bu kadar yağ koyar mı canım, kokuyo mu bu et, hmmm çok acı koymuşlar, bunu da çok tuzlu yapmışlar vs...” ve sonra biri şöyle der: “Üstelik porsiyonlar da küçük...”

Bir başka hikaye de şöyledir: Kadının bir kocasıyla psikoloğa gitmiş ve şöyle demiş: “Doktor bey, kocam kendini tavuk sanıyor”. Doktor sormuş: “Ne zamandır var bu şikayeti?” Kadın cevap vermiş: “Yaklaşık 2 yıldır...” Doktor şaşırmış: “E daha önce niye getirmediniz kocanızı?” Kadın başını öne eğerek mahçup bir tavırla şöyle cevap vermiş: “Yumurtalara ihtiyacım vardı...”

Filmde pek çok gelişme olur, Woody saçma sapan insanların yaptıklarına sinirlenir, gıcık olur, yaşadıklarının bir kısmı onu çok rahatsız eder. Zaten takıntılı bir insandır. Bizim de çoğu zaman yolda gördüğümüz magandaca hareket eden birine, bilip bilmeden bir konu hakkında ahkam kesenlere, Sibel Can, Hülya Avşar veya Reha Muhtar’a, politikacılara, trafik canavarlarına, bir tek şarkıyla şöhret olanları el üstünde tutanlara, konserlerde vücutlarını jiletleyenlere, kendisini tanımayan ve zerre kadar değer vermeyen bir futbol takımı için ölüme gidebilecek, takımına laf eden birini kolaylıkla boğazlayabileceklere, çalıp çırpan, her türlü dolandırıcılığı yapıp pişkin pişkin, hatta gururla dolaşanlara, herşeye bilerek muhalefet olup şöhret olmak isteyenlere vs. gıcık olduğumuz gibi, o da bu düzene pek ayak uyduramamakta, kültür ve algılama seviyesi yükseldikçe mutluluk katsayısı düşmektedir. Ve filmin sonunda New York sokaklarında giderek gözden kaybolurken şunları dile getirir: “Biliyorum hayat bazen çok anlamsız, acı ve kederle dolu... Ama yumurtalara ihtiyacımız var...”

Hayata iyi bakın

Blueman

10.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 6

Yakında gösterime girecek olan “Sliding Doors” adlı filmde, her günkü gibi rutin bir şekilde işine giderken metroyu kaçırarak eve geri dönen ve metrodaki vagonun kapısı kapanıp da kendisi dışarıda kaldığı andan itibaren hayatının akışı birdenbire değişen bir kadının hikayesi konu edilmektedir. Fragmanından edindiğim izlenime göre film boyunca, terini kaçırmadığı durumda kadının hayatının izleyeceği yol ve treni kaçırıp eve geri döndüğü durumda hayatının izleyeceği tamamen farklı diğer yol paralel olarak konu ediliyor.

Gerçekten de bir vapuru, bir otobüsü kaçırdığımız, evden, o anda gelen bir telefon yüzünden birkaç dakika geç çıktığımız, arabamızın önüne park etmiş bir diğer araba yüzünden, gitmek istediğimiz yere daha önceden planladığımız gibi değil de, belki bir taksiyle veya minibüsle gittiğimiz veya geç kaldığımız, piyango biletimizin 6. rakamı “8” ve diğer tüm rakamlar en büyük ikramiyeyi kazanan numara ile aynı iken, çekiliş sırasında dönen toplardan “8” numaralı olanının son anda “5” numaralı olanı itip 6. rakam olarak onun yerine kutuya düştüğü anlarda hayatımız da o zamana kadar izlediği yoldan sapmaktadır. Ve biz o kritik anda o sapma gerçekleşmeseydi nasıl bir hayatımızın olabileceğini asla bilemiyoruz. Servisi kaçırıp işe otobüsle gitmek zorunda kalan birinin, otobüs durağında yanında bekleyen kişiyle tanışması ve onun tüm hayatı boyunca beklediği aşkı olduğunu anlaması, arabasının önüne bir başkası park ettiği için gideceği yere daha geç ulaşan birinin, daha önce gitmesi halinde karşılaşacağı bir kazadan kurtulması veya zorunlu olarak bindiği taksideki şöförle konuşurken şöförün ettiği bir lafın, onu belki de tüm hayatını değiştirecek düşüncelere sevk etmesi, kaçırdığı bir filmi aylar sonra tekrar gösterime girdiğinde seyretmeye giden birinin, sinemada, çok uzun zamandır haberleşemediği, belki de anılarında giderek silikleşen çok eski bir arkadaşı ile karşılaşması ve o andan itibaren çok iyi iki dost haline gelmeleri vs. mümkün müdür? Bunlar tesadüf müdür? Başımıza gelen kötü bir olay gerçekten kötü müdür? İyi ise gerçekten iyi midir? Hayatın, bizim ona verdiğimizden başka bir anlamı var mıdır? Şehirlerarası otobüste yanıma oturan ve benimle konuşup keyfimi kaçırmaması için içimden dua ettiğim kişiyle konuşmuş olsaydım hayatım nasıl değişirdi? Hayatlarımızın bizim kontrol edemediğimiz kısımlarını kim kontrol ediyor ve bunu bizim iyiliğimiz için mi yapıyor, kaderimizin ne kadarını değiştirebiliriz vs. vs. vs.

Hayata iyi bakın

Blueman

09.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 5



Woody Allen “Radio Days” adlı filminde, TV, bilgisayar, internet vs. gibi şeylerin henüz evlerimize girmediği, tek eğlencenin radyo denen neşeli bir kutu olduğu günlerden bahseder. Anlatılanların çoğu kendi anılarından veya o zamanlar duyduğu ve gerçek olup olmadığından emin olmadığı hikayelerden derlenmiştir. Akşamları o kutunun etrafında toplanan aile üyelerinin sıcak bir atmosferde sohbet etmeleri, kimi zaman çalan müziklerle dans edişleri, radyoda anlatılanlara kah hüzünlenmeleri kah gülmeleri, çok popüler olan bazı sohbet ve yarışma programlarının toplum üzerindeki etkileri vs., kısaca hayatlarının her anında radyo programlarının ve müziğin derin izler bırakacak denli yer etmesi akıcı bir sinema diliyle yansıtılır. Ne yazık ki bizim ülkemizde radyolu dönem oldukça kısa sürmüş, insanlar bu zevki fazla yaşayamadan, TV ansızın çıkagelmiş ve evlerimizin baş köşesine kurulmuştur.



Filmdeki gerçek hikayelerden biri, bir gece Woody’nin mahallesindeki komşularından birinin evine giren hırsızlarla ilgilidir. Hırsızlar karanlıkta soygunu gerçekleştirdikleri bir sırada telefon çalar ve içlerinden biri telefonu açmak zorunda kalır. Arayan, o anda canlı olarak yayınlanmakta olan bir radyo yarışma programının sunucusudur. Aile, o geceki şanslı ailedir, ama ne yazık ki evde değillerdir. Sunucu, olanlardan habersiz telefondaki kişiye birinci soruyu sorar. Orkestra bir parça çalmakta ve yarışmacıdan, parçanın ismini bilmesi istenmektedir. Hırsızlar üç soruyu da doğru cevaplar ve evi talan edip giderler. O gece eve dönen aile manzarayla karşılaşınca çok üzülür, fakat ertesi gün yarışmadan kazandıkları söylenen buzdolabı, çamaşır makinesi, çeşitli mobilya ve ev eşyaları ile evleri donatılmak üzere evlerinin önündeki kamyonu boşaltanlara şaşkın şaşkın bakışları gerçekten çok eğlencelidir.

Hayata iyi bakın

Blueman

08.12.1998

* Filmlerdeki Hayat – 4

Yine geçen sene İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Brassed Off” adlı İngiliz filminden güzel ve hatırımda kalmayı başarabilen bir sahneydi aşağıdaki:

Tarihi boyunca hep erkek müzisyenlerin yer aldığı bir bando olan Kömür Madeni Bandosu’na, uzun bir ayrılıktan sonra kasabasına geri dönen ve şimdi hatırlayamadığım bir müzik aletini muhteşem çaldığı için kabul edilen genç ve güzel bir bayan, yine aynı bandoda çalan bir gencin seneler önce çok kısa bir gönül ilişkisi yaşadığı kişidir. Fakat bu genç, kızı ilk gördüğünde hatırlayamaz. Kız ise onu hatırladığını belli etmez. Bu arada bando yarışmaya katılmak için provalara devam etmektedir ve bir gece uzun süren bir çalışmanın ardından delikanlı kızı oteline bırakır. Kız halen hoşlanmakta olduğu delikanlıyı yukarı kahve içmeye çağırır. Genç adam ise alışagelmediğimiz bir cevap verir: “Ben kahve içmem ki...” Bunun üzerine kızın sözleri daha da etkileyicidir: “Zaten yukarıda kahve yok...”

07.12.1998