22.6.14

Dora'ya ilk Babalar Günü yazım


Şimdi şu kadarcık hayat tecrübende benim senin “baban” olduğumu bilmiyorsun bile henüz. Sadece çok sıklıkla görüp durduğun, sesini duyduğun, kendince konuştuğun, belki kokusuna da aşina olduğun bir insanım. Onun için sen rahmine düştüğün anda “anne” olan annenin yanında belki de ben, sen bana “baba” diyene kadar bir “baba” gibi hissedemeyeceğim. Şu anda senin bu dünyadaki koruyucun, hayatı sana bildiği kadarıyla öğretmekle, hayata karşı elinden geldiğince seni hazırlamakla görevlendirilmiş, seçilmiş, çok şanslı biri gibi hissediyorum. Bir gün gelecek senin ilk denize dokunmanda yanında olacağım belki. Yüzmeyi, dalmayı, denizin dibinde dokunmaman gereken canlıları, bisiklete binmeyi ve hatta düşmeyi, düştükten sonra kalkabilmeyi öğretmeye çalışacağım. Ağaca tırmanmayı, meyve toplamayı, dikiş ipliği makarası, bir parça sabun ve bir kibrit çöpünden basit bir oyuncak araba yapmayı, misket oynamayı, çivi atmayı, ağaç dallarından ok yapmayı, domates, biber, karpuz yetiştirmeyi, hayvan beslemeyi, belki okumayı, belki güzel yazmayı, oturup kalkmasını, görgü kurallarını… Bir gün gelecek araba kullanmayı, nasıl çocuk yapıldığını, bilmem neyin vergisinin nasıl ödendiğini, askerlik görevini yapmanın kutsallığını, doğada nasıl yön bulunacağını, kayalara tırmanmayı, düğüm atmayı, mızrak yapmayı, ateş yakmayı, doğaya saygıyı, onunla asla inatlaşmadan uyum içinde nasıl yaşayabileceğini, onun güzelliklerini nasıl koruyup, onlardan nasıl keyif alabileceğini… Belki basit şeylerden mutlu olabilmeyi, belki basit bir şey yüzünden acıdan ölecek gibi hissetmeyi, deli gibi içmek istemeyi… İçmeyi, akşamdan kalmayı, rezil olmadan sarhoş olabilmeyi… Gelenekleri, görenekleri… Belki de nasıl dünya vatandaşı olunabileceğini… Saygı duymayı, sevmeyi… Yaşatmayı, yaşamayı, yaşamı güzel kılan o küçük “an”ların değerini… Dürüst, doğru, kişilikli, prensipli, adil, vicdanlı olmak kadar çılgın, muzip, maceraperest, cesur, deli olmayı da belki…

Günün birinde belki bana gıcık olmaya başlayacaksın. Oturma şeklime, konuşma şeklime, sesime, belki yeşil biberi, salatalığı ağzımda kıtırdata kıtırdata yiyişime, belki burun ve kulak kıllarıma, belki de koridordaki ayak seslerime sinir olacaksın. “Herşeye karışıyor” olacağım belki sana göre. Belki “ne biliyor ki bugün hakkında?” diye düşüneceksin benim için. Konuşmak dahi gelmeyecek içinden. Ben seninle konuşurken çok sıkılacak, soğuk terler dökecek, oradan kaçıp gitmek isteyeceksin. Ben de bir zamanlar kendi babama karşı böyle hissettiğim zamanlar geçirdim.

Ama bil ki çok özleyeceksin baba dediğin o kişiyi.

Ve bil ki ben senin elinden tutarken sokakta yürürken veya caddede karşıdan karşıya geçerken, benim babam da tutuyor olacak aynı anda elini. Ben senin için sevinir mutlu olurken o da sevinip mutlu oluyor, senin için endişelenirken ben bu dünyada o da kendi aleminden endişeleniyor olacak senin için bir şekilde.

Birbirinizi tanımanızı ne çok isterdim.

Eminim geçmişte bir zamanlar o çayırda çekilmiş fotoğrafta omzuna güvenle elini dayamış küçük oğluna düğüm atmayı öğreten babam, sana da daha da büyük bir mutlulukla neler neler öğretirdi.

Eminim o da madenlerde, savaşlarda, hapislerde, sokaklarda haksız yere ölen, öldürülen babalar ve çocukları için üzülür, belki için için ağlardı.

Bana ve sana adil, akıllı ve vicdanlı bir hayat için önce kendimizi değiştirmemiz gerektiğini öğütlerdi.

Ben de sana “Kendini Bil”meni öğütlerken, çocuğu olsun olmasın, hatta kadın ya da erkek, herkesin “baba bir kişi” olmasını diliyorum.


Hoşgörülü, sevecen, öldüren değil yaşatan, döven değil koruyan, kollayan, hayat tecrübesini kendinden sonra gelen nesillerin önüne, onların kendi nesillerini her alanda geçmeleri, insanlıkta daha da ileri gitmeleri için serebilen “baba” kişiler…

Hayata iyi bak Dora'cım.

15.06.2014

15.4.14

Güvercin

“Yürümek yatıştırır. Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Düzenli biçimde hep bir ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri, akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı – bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış, zedelenmiş de olsa, büyüten, genişleten olaylardır.”

1949 doğumlu Alman yazar Patrick Süskind’in, kendisine büyük ün sağlayan romanı “Koku”dan sonra kaleme aldığı bu uzun öyküde 30 yıldır ufacık bir o
dada içine kapanık, tek başına bir hayat sürdürmekte olan ve bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan, sadece evinden sıkıcı ve rutin işine gidip, işinden evine dönen, son derece planlı, titiz, hatta hastalık derecesinde kurallı yaşayan Jonathan Noel’in, bir sabah odasının kapısının önünde bir güvercine rastlamasıyla alt üst olan huzuru, iç dengesi ve hayatının o zor 1 günlük dönemi müthiş bir gözlem gücü ve detaycılıkla anlatılıyor.


“Koku” gibi bir şaheserden sonra belki de biraz rahatlamak ve basit bir şeyler karalamak niyetiyle yazılmış olduğu anlaşılan hikaye, eğlenceli bir zaman ve hoş bir okuma vaad ediyor.

Hayata iyi bakın

Blueman 

15.04.2014

7.4.14

Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü

Geçen Haziran başından beri yaşadıklarım, o olaylar ışığında içinde yaşadığım toplumu ve kendimi sürekli tartıp tanımaya çalışmam, fani facebook'da paylaştıklarım, yaptığım yorumlar, sağolsun bazı arkadaşlarımın karşı yorumları, geçenlerde yaptığım bir yoruma karşı "hayalcisin", "yolun daha başındasın" şeklinde gözlem ve eleştiri yapan arkadaşlarım, son seçimler ve bu hafta okuduğum "Turgenyev'in "Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü" adlı eserinde tanıştığım "lüzumsuz adam" karakteri tanımlaması... Herşey üst üste gelir ve kendimi biraz daha tanırım. Bu toplumu, insanlarımızı, hayatı biraz daha tanırım.
Buyrun bakın "lüzumsuz adam" kimmiş :)

“Lüzumsuz adam toplumla çatışkı içindeki aciz aristokrattır… “hayalci ve faydasız”dır… “eyleme geçemeyen bir aydın”, “başarısız bir idealist”, toplumsal ve etik sorunlara duyarlı, “ama kısmen kişisel zaafları, kısmen de eyleme geçme özgürlüğü üzerindeki toplumsal ve siyasi kısıtlamalar nedeniyle eyleme geçemeyen kahramandır”.
(Ellen B. Chances, Conformity’s Children, 1978)

“Rusya’nın kurtuluşunun yalın Rus halkında, cemaat içinde olma idealinde, Rus dininde, akıldışı olanda ve mülkiyetin ortak olduğu köylü komününde yattığına inanan, Slavofil denen 19. Yüzyıl aydınları bu değerleri savunmuştur. Eğitimliler cephesinin öbür cenahı Batıcılar ise Rusya’nın kurtuluşunun Batı Avrupa’nın yasalarını, yeniliklerini, bireycilik ve akılcılık gibi değerlerini benimsemede yattığını öne sürmüşlerdir. Genellikle Batı Avrupa üniversitelerinde okumuş ve ülkelerine geri dönmüş Batılılaşmış Rusların deneyimleri dolaylı olarak lüzumsuz adam portrelerine yansımıştır. Bu insanlar Batı tarzı eğitimleri nedeniyle Rusya’ya, Rus oldukları için de Avrupa’ya uyum sağlayamamıştır."
Turgenyev'in "Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü" adlı eserinden

Yine kitabın sonundaki incelemeden öğrendiğimiz örnek lüzumsuz adamlar:
Puşkin’in Yevgeniy Onegin karakteri (topluma başkaldıran bir karakter), Turgenyev’in bu kitabındaki Çulkaturin karakteri, Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’su (o romanda bu karakterin bireyciliği, bağımsız düşünce gücü olumlu bir özellik olarak sunulmuştur), “Zamanımızın Bir Kahramanı” romanında Mihail Lermontov’un Peçorin adlı kahramanı (asi bir yalnız, romantik bir figür olan bu kişi romanda yıkıcı ve olumsuz bir karakter olarak anlatılır), Aleksandr Herzen’in “Suçlu Kim?” adlı toplumsal romanındaki Beltov karakteri (yüksek dozda edebiyatla yetişmiş, gerçeklikten kopmuş, hayata uyum sağlayamadığı için kendini toplumdan soyutlamış, kitap ve düşünce dünyasına kapanmış biri), Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” romanındaki yaşamın akışına uyamayan Bazarov gibi karakterler, Gonçarov’un “Oblomov”unda içinde bulunduğu topluma uyum sağlayamayan Oblomov karakteri, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki yeraltı adamı (kitaplar ve hayaller içinde yaşar ve bu nedenle hayatla başa çıkamaz), “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov karakteri (özünden ve Rusya’nın manevi değerlerinden kopmuş, egoizm ve kişisel çıkar gibi Batıcı fikirler yüzünden hastalanmış bir karakter), “Ecinniler”de Batılılaşmış Rusya’nın kendi lüzumsuzdur, “Budala”daki Prens Mişkin (geleneksel toplumun ahlak kurallarına meydan okur), Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”indeki Ivan Karamazov (Tanrı’nın evrenindeki sistemi sorgulayan bir karakterdir), Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında tarihin yasalarına başkaldıran ve uyumlu olmayı reddedenler lüzumsuz adamlardır, “Anna Karenina”da ise Anna evli olmasına ragmen bir başkasıyla ilişki yaşayarak Tanrı’nın yasalarını ihlal ettiği için lüzumsuz adamdır.


Hayata iyi bakın

Blueman

07.04.2014

26.3.14

Öyle Bir Hikaye

“Öyle Bir Hikaye” adlı öyküde Nikolay Stepanoviç adlı bir profesörün bebekken bir arkadaşının kendisine velayetini bıraktığı Katya adlı evlatlığının tiyatroya olan aşkı ve oyuncu olma tutkusunun, oyunculuğa yeteneği olmaması nedeniyle kendisini soktuğu bunalım ile profesörün eşi ve kızıyla yaşadığı evdeki monoton hayatı, tükenmiş aşkı, öğretme tutkusu sayesinde güç bela sürdürmekte olduğu mesleğinden duyduğu sıkıntıların paralelliği belki de Nikolay’ın Katya’ya olan sevgi ve ilgisinin altında yatan, onları birbirlerine bağlayan bir ortak nokta.

“Buhran” adlı kısa öyküde sokak kadınlarına, fahişelere duyduğu dayanılmaz acıma ve tiksinti hislerini yenmeye ve onları anlamaya çalışan hukukçu Vasilyev’in bu uğurda girdiği bunalıma tanık oluyoruz.

“Köylü Karıları” adlı diğer kısa öyküde ise bir köy hanına uğrayan yolcu Matyev Savviç’in gece han sahibine anlattığı hikayesinde eşi savaşa giden komşusu Maşenka’ya aşık olup nasıl bir felakete sürüklendiğini ve sonunda kendi himayesine verilen Maşenka’nın küçük kızı Kuzka’yla yaptığı yolculuğa tanık oluruz.

19. yüzyıl Rusya'sından yaşamları, zorlama edebî araçlara başvurulmadan, karmaşık olay örgüleri ve kestirme çözümler yerine basitmiş gibi görülen yalın bir teknikle betimleyen Anton Çehov’un tadına doyulmaz tarzı ile insan psikolojisinde hoş, buruk, acı, ama gerçek bir gezintiye çıkmak isteyenlere…


Hayata iyi bakın

Blueman

26.03.2014

17.3.14

Mart dolunayı

Mart 2014 dolunayı yağmur bulutları ardında olsa da çok güzel... Kara bulutların ardındaki umut ışığı o...

“Tanrı bunu niçin yapmıştı? Geceler uykuya, bilinçsizliğe, dinlenişe, unutuşa ayrıldığına göre, onu gündüzlerden daha güzel, şafaklardan, akşamlardan daha hoş yapmak niçindi, sonra niçin bu ağır, bu baştan çıkarıcı, bu güneşten daha şiirli, bu böylesine kapalı olduğu için gün ışığıyla aydınlatılamayacak kadar ince ve gizemli şeyleri aydınlatmaya adanmışa benzeyen bu yıldız gelip de karanlıkları böylesine saydamlaştırıyordu?
Niçin şarkıcı kuşların en ustası ötekiler gibi dinlenmiyordu da heyecan veren gecede şakıyordu?
Dünyanın üstüne atılan bu yarı perde nedendi? Bu yürek titreyişleri, bu ruh coşkusu, bedenin böyle gevşeyiverişi nedendi?
Yataklarında yattıklarına göre insanların hiç de görmedikleri bu güzellik, çekicilik bolluğu nedendi?
Bu ulu görünüm, gökyüzünden yeryüzüne serpilmiş şiir bolluğu kimin içindi?”
Guy de Maupassant'ın "Ay Işığı" adlı kitabındaki aynı adlı hikayeden

"Ay Işığı" öykü alanında dünya edebiyatına damgasını vurmuş olan Fransız yazar Guy de Maupassant'nın on dört öyküsünden oluşan bir derleme.
Edebiyat yaşamına Flaubert'in çırağı olarak başlayan Maupassant, benzerine az rastlanır gözlem gücü, küçük ayrıntıları değerlendirme ustalığı ve doğrudan söylenenin gerisindeki ince alayla kaleme aldığı eserleriyle öykü türünü adeta yeniden tanımlamış. Olaylara, nesnelere hep dışarıdan bakan, okuru çok değişik çevrelerde, çok değişik insanlar arasında dolaştıran yazarın öykülerinin büyük çoğunluğu okuru hep derin bir gerçeklik duygusu içinde gülümsetiyor ya da ürpertiyor. Yazar, sıradan insanların yaşamındaki küçük dramlardan ve onların zihinlerini meşgul eden gündelik sorunlardan ironi dolu çarpıcı hikâyeler çıkarıyor.
Özlü, güçlü, keskin, ekonomik anlatımla güçlendirdiği gerçekçiliği ve kurgudaki ustalığıyla öykü türüne yeni bir anlayış getiren yazarın bu derlemesi Türkçe'nin usta kalemlerinden Tahsin Yücel'in çevirisiyle okurlara sunulmuş.

kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısından


Hayata iyi bakın

Blueman

16.03.2014


15.2.14

Kasım

Daha çok “Madame Bovary” adlı başyapıtıyla tanınan Gustave Flaubert 1836 yılında, 15 yaşındayken Trouville sahilinde tanıştığı, o sırada kendisinden 10 yaş büyük 26 yaşında evli bir kadın olan Elisa Schlésinger’e tutkulu bir aşkla bağlanmış. Hayatı boyunca –mesafeli bir şekilde de olsa- ona aşık kalmış. Bu aşk yaşamında çok önemli etkiler, izler bırakmış. Bir delikanlının gönül eğitimi olarak nitelendirdiği bu aşk, “Duygusal Eğitim”deki Marie Arnoux karakterinin ve “Gönül ki Yetişmekte” ve “Bir Delikanlının Hikâyesi” (Education Sentimentale; 1869) adlarıyla dilimize de çevrilmiş olan romandaki aşkın temel ilham kaynağı olmuş. Flaubert 1832–1840 yılları arasında Rouen Koleji'nde okuduğu dönemde yoğun bir şekilde yazmış. “Bir Çılgının Hatıraları” (1838), “Smarh” (1839) ve 1840 yılında yazmaya başlayıp 1842 yılında bitirdiği “Kasım” bu dönemin ürünleri. Ergenliğin hem sıkıntılarla hem de kocaman hayallerle dolu o büyülü zamanını hala anımsayanlara sunulmuş “Kasım” adlı kısa romanı hakkında, büyük aşkı Louise Colet'ye yazdığı bir mektubunda (1846) şöyle diyor: "Kasım'a iyi kulak verdiysen, kim olduğumu belki de açıklayan ama söze dökülemeyecek bin türlü şeyi tahmin etmişsindir. Ama o yaşlar geçti. Bu yapıt gençliğimin kapanışı oldu."

Romanın ilk bölümünde ergenlik dönemindeki bir gencin hayata duyduğu merak, aşkı tanıma ve yaşama isteği, içindeki sonsuz aşk potansiyeli son derece edebi, dokunaklı ve duygusal biçimde, kelimelerle adeta bir sihirbaz gibi oynayarak, güçlü ifadelerle anlatılmış.

İkinci bölümde ona cinsellik konusunda ilk tecrübeleri yaşatan ve adeta bir öğretmen olan Marie’nin konuşmalarında yine sevilmeye olan ihtiyacı yakıcı bir biçimde hissediyoruz.

Son bölümde ise hayatını kazanma derdine düşmüş bir yazarın seyahat etme arzusu, acıları ve bir nevi düşüşü anlatılıyor.

Flaubert’in yazdığı ilk eseri olan “Kasım”ı hakkında hiçbir şey bilmeden rastladığım kitapçı rafından aldığım ve okuduğum için çok mutluyum. Bu kadar güzel, şiirsel bir anlatıma hayran olmamak ve bu eseri yazdığında Flaubert’in sadece 21 yaşında olduğuna inanmak zor.


Hayata iyi bakın

Blueman

15.02.2014

3.2.14

Bazuka

“Hiç konuşmadılar, sadece birbirlerine baktılar, dışarıdaki yağmurun bin perdeden duyulan sesi tekinsiz bir şenliğe dönüşmekteydi ve fırın ustası tuvaletten dönüp küreği gürültüyle kavramasa belki sonsuza dek öylece durup birbirlerine bakacaklardı…
“İki ekmek” dedi Funda, iki ne güzel bir sayıydı. “Bir lira” dedi Tahir, bir ne güzel bir sayıydı. Beş lira uzattı Funda, lira ne güzel bir paraydı. Kasadaki hazneleri karıştıra karıştıra dört lira bulup uzattı Tahir, kasa ne güzel bir aygıttı. “Teşekkür ederim” dedi Funda, teşekkür ne güzel bir kelimeydi. “Rica ederim” dedi Tahir, etmek ne güzel fiildi…”

Murat Uyurkulak’ın “Bazuka” adlı kitabındaki “Kuş Yuvası” adlı hikayeden.

1972 doğumlu Murat Uyurkulak uzun süre Radikal gazetesi dış haberler servisinde çalışmış. Milliyet Sanat, Gate, Radikal Kitap gibi dergilerde yazıları yayımlanmış. 2002 tarihli “Tol” isimli ilk romanı Mahir Günşiray'ın yönetmenliğiyle Tiyatro Oyunevi tarafından sahnelenmiş. Ardından 2006'da 'Har, Bir Kıyamet Romanı' gelmiş. “Bazuka”da ise hikâyeleri ile okur karşısına çıkıyor bu yetenekli, genç, akıcı dilli yazar. Kelimelerle ustaca oynuyor. Kimi zaman esprili ve çılgın, kimi zaman dokunaklı ve çok gerçek hayat hikayelerinden, yaşanmışlıklardan, başarılı gözlemlerden süzülüp gelen, kimi zaman da geniş bir hayal gücünden ortaya dökülen, kitapta topladığı kısa öyküleri şunlar: Tutkular Kitaplığı; Kurtuluş On İki; Kuş Yuvası; Pembe; Aşk; Yalnızlık ve Bazuka; Şarap; Derviş; Kırmızı ve Gülsüm.

Hayata iyi bakın

Blueman

03.02.2014

31.1.14

Şeker Portakalı


“Yıllar geçti, sevgili Manuel Valadares. Şimdi kırk sekiz yaşındayım ve zaman zaman, özlemimde, hep bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Birden ortaya çıkıverecekmişsin, bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana öğrettin sevgili Portuga’m. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor.”

Yazar José Mauro de Vasconcelos, 26 Şubat 1920 de Brezilya'da Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu kasabasında doğmuş. Yarı Kızılderili yarı Portekizli ve çok yoksul bir aileden olan José yüzme şampiyonu olma hayalleri kurmuş. Tıp öğrenimini yarıda bırakarak gittiği Rio de Janeiro’da boks antrenörlüğü, garsonluk, tarım işçiliği ve balıkçılık gibi birçok işte çalışmış. Genellikle romanlarında, roman karakterlerinin yaşamlarındaki zorlu yaşam koşullarını, yoksulluğu ve şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatan José’nin özellikle Şeker Portakalı ile onun devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi bazı romanları tüm bunlarla birlikte duygusallık ve iyimserlikte içermekte. Yazarı dünya çapında tanıtan eseri Zézé'nin maceralarını anlatan üçleme romanın ilk kitabı olan Şeker Portakalı’nı 12 günde yazdığını belirten yazar, eserine duyduğu sevgiyi “Ama onu 20 yıldan fazla taşıdım yüreğimde” sözüyle özetlemiş. Yazar 24 Temmuz 1984'te hayatını kaybetmiş.

Akıllı ve aynı zamanda haşarı ve duygusal da olan 5 yaşındaki Zézé’nin işsiz babasından ve diğer kardeşlerinden yediği dayaklar, kovboy filmleriyle ilgili kurduğu hayaller, şarkı sözü satarak ve ayakkabı boyayarak kazanmaya çalıştığı paralar, arkasına takılmayı bir türlü beceremediği lüks arabanın sahibi Portuga’dan önce “büyüyünce öldürmek isteyeceği” kadar nefret etmesi, ama sonra aralarında doğan dostlukla hayatında ilk kez sevgiyi, onu kaybedince de acıyı öğrenmesi ve tabii sahiplendiği ve Minguinho ismini koyduğu şeker portakalı fidanıyla yaptığı hayali konuşmalar okuyan herkesi hangi yaşta olursa olsun derinden etkilemeyi başarıyor.
Sevgi, ilgi ve hayallerin desteklenmesiyle daha da güzel bu hayat...

Hayata iyi bakın

Blueman

30.01.2014

21.1.14

Düşüş - Albert Camus


"Doğruluk duygusu, haklı olmanın verdiği doyum, kendini değerlendirmenin sevinci, bayım, bizi ayakta tutan ya da ilerleten güçlü zembereklerdir. Tersine insanları bundan yoksun ederseniz, onları ağzı köpüren köpeklere çevirirsiniz. Nice suçlar işlenmiştir, yalnızca bunları işleyenler kusurlu olmaya dayanamadıkları için! Vaktiyle bir sanayici tanımıştım, mükemmel, herkesçe sevilen bir karısı vardı,
 
ama adam yine aldatıyordu karısını. Bu adam haksız olduğu için, bir erdem beratı alamadığı ya da bu berata layık olamadığı için, sözcüğün tam anlamıyla kuduruyordu. Karısı mükemmel davrandıkça, o büsbütün kuduruyordu. Sonunda haksızlığı kendisi için dayanılmaz bir hal aldı. O zaman ne yaptı dersiniz? Onu aldatmaktan vaz mı geçti? Hayır. Öldürdü onu."
 
"Bakın, dostu hapse atılan bir adamdan söz ettiler bana, adam her akşam evinde yerde yatıyormuş, sevdiği kişiden esirgenen bir rahatlıktan yararlanmamak için. Kim, aziz bayım, kim yatar yerde bizim için? Ben yatabilirim mi diye soruyorsunuz? Dinleyin, yatabilmek isterdim, yatarım da. Evet, hepimiz yatabileceğiz bir gün, bu da kurtuluş olacak."
 
“Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara ...karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar…”


vikipedi'den: 'Albert Camus'un 1956 yılında yayımladığı 'Düşüş' modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının ve çelişkilerinin romanıdır. Öyle ki yazar girişe: “Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan?” diyerek başlar. Bu giriş cümlesinin 'canınızı sıkmadan' kısmı dahi kahramanın yalnızlığının tezahürüdür.
Romanın Ana fikri:
İnsanları çok iyi gözlemleyen Albert Camus bu eserinde de bolca gözlemlerine yer vermiştir. Kahramanın kendisi olduğu konusunda edebiyat çevresinden birçok isim hemfikirdir. Zekice burjuvaziyi ve onun yaptırdıklarını ele alır bu eserinde. Çok fazla sorgulama yapar. Aslında gördüklerini yazar gibidir ama görünenin altındaki çelişki ve yapmacıklığı her cümlede keskin bir biçimde gösterir. Kahraman yalnızdır aslında. Köprüden atlayan kızı engelleyememenin hüznü üzerinde neredeyse hiç durmaz. Ama bu düşüncesizliğini öyle bir yere koyar ki aslında hayatının hiçbir döneminde o anı unutmadığını vurgulamak ister gibidir.
Ey genç kız kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim. Bir kez daha, ha, amma ihtiyatsızlık!

19.1.14

Masa


Bu fotoğrafı sosyal paylaşımlarda görmüşsünüzdür şimdiye kadar mutlaka, ama benim de paylaşımlarımda yerini almalıydı mutlaka :)
 
Basit tahta bir masa ancak bu kadar anlamlı kılınabilirdi. İnsanoğlu böyledir işte, en salaş mekanları bile iç içe, samimi, sıcak, üretken, yaratıcı, duygusal, duyarlı varlığıyla, dostluk ve sevgiyle sıcacık ve yaşanası kılabilir.

Hele ki bu kişiler en arka masada Cemal Süreya ve Rıfat Ilgaz, en başta İbrahim Sadri, Metin Eloğlu, Can Yücel, Yaşar Kemal, Edip Cansever, Tomris Uyar, Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Salâh Birsel ve İlhan Berk gibi "insan"lar olursa.

Edip Cansever belki şu çok sevdiğimiz şiirini bu fotoğrafı görünce yazmıştır, kim bilir:

Masa da Masaymış Ha

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
 
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
13.11.2013

İyi Filmler Ne Yapar?

"1987 yılıydı galiba ve Ankara’daydım. Metropol Sineması’nın akşam seansında, Tarkovski’nin “Solaris” ini seyrettim. Filmden sonra Emek’deki evime iyice afallamış bir halde varıp yatağa uzandığımı ve birkaç gün yataktan çıkmadığımı hatırlıyorum.

Yılmaz Güney’in “Umut” ya da M. Haneke’nin “Ölümcül Oyunlar” filmini seyrettikten sonra salonun çıkışında durun ve seyircilerin yüzlerini izleyin. Artık bir daha eski benlikleriyle yaşayamayacaklarını fark etmiş insanların çaresiz şaşkınlığıdır gördüğünüz.

İyi film, güçlü filmdir. İnsan bu güçten etkilenmeli ve bu yüzden harekete geçmelidir. Böyle filmler, sadece duyguları harekete geçirerek insan ruhunu dönüştüren filmlerdir. İyi bir terapist gibi; telkin etmezler, öğretmeye çalışmazlar, yalnızca yol arkadaşıdırlar.

İyi filmler insanın kalbinde kıvılcımlar çakar, ateş yakar. Ateş dünyayı değiştirmiştir. İyi filmler de değiştirir."

Ercan Kesal'ın bir yazısından
 
Hayata iyi bakın
 
Blueman
 
18.01.2014

Sevgili dediğin...


Sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine aşık eden değil, sana kendin olabilme şansını verendir.

Ernesto "Che" Guevara



Hayata iyi bakın

Blueman

18.01.2014

18.1.14

İlginç bir canlıyla yakın bir karşılaşma

Bugün aynı gün içinde bir canlı hakkında iki ilginç bilgi geldi kulağıma iki ayrı yerden;

Birincisi üç adet kalbi varmış...

İkincisi de aç kaldığında kendi kolunu yiyormuş...

 
Buyurun hangi canlı olduğunu buradan izleyin  :)
 

Mr. Hitchcock's definition of happiness


"Mr Hitchcock, what is your definition of happiness?"

"A clear horizon. Nothing to worry about on your plate. Only things that are creative, and not destructive. I can't bear quarrelling, I can't bear feelings between people. I think hatr...ed is wasted energy. And it's all non productive. [...] I know we're only human, we do go in for these various emotions, call them negative emotions.
But when all these are removed, and you can look forward and the road is clear ahead, and now you're going to create something. And that's as happy as I would ever want to be."


Hayata iyi bakın

Blueman

16.01.2014

Henry Ford

"Whether you think you can or you think you can't, you're right" - Henry Ford

Hayata iyi bakın

Blueman

16.01.2014

Filmler

“Filmlere ilgin var mı acaba bir şekilde? Ben eski filmleri gerçekten severim. Otuz, elli, yüz yıl önce dünyanın nasıl bir şeye benzediğini gerçekten görebilirsin onlarda. Bilirsin; kıyafetler, telefonlar, trenler, insanların sigara içiş biçimleri, hayatın küçük ayrıntıları. En iyi filmler asla görüp görmediğinden emin olamadığın rüyalara benzerler. Kafamda kumla dolu bir oda görüntüsü var. Ve bir kuş bana doğru uçuyor, bir kanadı kuma gömülüyor. Ve cidden bunu bir rüyamda mı yoksa bir filmde mi gördüğüm hakkında bir fikrim yok. Bazen bir filmde insanların orada öylece oturup bir şey konuşmamalarını seviyorum.” - Jim Jarmush'un "The Limits of Control" filminden

Hayata iyi bakın

Blueman

16.01.2014

Duran Duran

"Hey child... Stay wild..." - Duran Duran

Hayata iyi bakın

Blueman

16.01.2014

Ağlarsan...

"Gülersen bütün dünya da seninle güler, ağlarsan yalnız ağlarsın" - "Old Boy" filminden

Hayata iyi bakın

Blueman

16.01.2014

Doğayı daha fazla...

"Yolu olmayan ormanlarda mutluluk vardır. Yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç. Topluluklar vardır kimsenin zorla girmediği derin denizlerde. Ve sesinde de müzik. İnsanı daha az seviyorum diyemem, ama doğayı daha fazla..."

Lord Byron ("Into the Wild" filminden)

Hayata iyi bakın

Blueman

15.01.2014

Kabuk Adam

"Marmara Denizi’nin bir ömür boyu öğretemediğini okyanus bir dakikada öğretir."

Aslı Erdoğan "Kabuk Adam"


Hayata iyi bakın

Blueman

15.01.2014