12.9.07

* Alamut Kalesi'nde bir gülüş

Nefis bir yazı ile Cuma günümüzü ve hayatımızı renklendirelim biraz daha...


"Bak sana bir hikaye anlatacağım, dikkatle dinle. Bir zamanlar Alamut kalesinde bir deli yaşarmıs, adı Hasan Sabbah. Bir tarikatı varmış, adı Haşhaşi. Gencecik delikanlıları kalesindeki afyon ve güzel kadınlarla dolu sahte bir cennete çağırırmış. Bembeyaz tenlerinden mavi ipekler dökülen güzellerin arasında, ellerinde afyon çubukları, bir çocuğun şaşkınlığı ile bakarlarmış bu yeryüzü cennetine. Bir süre burada kalan delikanlılar, bu yeryüzü cennetine ve tabii ki afyona aşık olurlarmış.



Ve sonra bu sahte cennetten atılırlarmış. Birden kendilerini kalenin dışında, gizemli rüzgarın estiği bozkırın ortasında bulurlarmış. Keskin bir bıçak gibi giriverirmiş cennet özlemi yüreklerine ama cennete tekrar geri dönmeleri için Hasan Sabbah'ın kulu, kölesi olmaları gerekirmiş. Öyle dermiş gencecik delikanlılara;
"Benim kulum olun, tekrar cenneti vereyim size"
Tekrar o mutluluğu yaşamak, o tüy ucundaki yaşama geri dönmek için katil bile olurlarmış.
Ve hiç biri tekrar o cennete dönmemiş, dönememiş. Günlerce, aylarca ve yıllarca sabırla beklemişler ama bir daha o cenneti hiç görmemişler.
Haşhaşi tarikatı tarihin bilinen ilk suikastçılarıdır biliyor musun? İngilizce assasin (suikastçi) kelimesinin kökü onlardan geliyor. Dönecekleri cennetin hayalini kurarak yıllarca sabırla beklerlermiş kurbanlarını öldürmek için. Eğri bir hançerin ucundan kan damlarken, onlar gülümserlermiş. Açılırken cennet kapıları, onlar da yüzlerinde afyonun çarpıttığı bir gülümsemeyle ölürlermiş.
Şimdi anlıyorum ki senin gülüşündü benim Alamut kalem.
Bir cennetti yaşadığım ve yaşattığın. Gittiğinden beri, gülüşünle bezenmiş yeryüzü cennetinden atıldığımdan beri, umutsuz bir Haşhaşiyim artık. Bana verdiğin cennetten başka umursadığım hiçbir şey yok.
Hiçbir şeyi umursamıyorum artık. Ne birikmiş bulaşıklar, ne övgü dolu sözler, ne kedisiyle mutlu olan kadın, ne paranın üstünü titreyerek veren esnaf, ne bahar, ne kış, ne de kendim. Her şeyin toplamı sadece hiçbir şey.
Umarsız bir çığlık bu.
İnsanlığın en büyük buluşu nedir biliyor musun? Tanrıdır bence. Ateşten bile önce bulmuştur Tanrıyı insanoğlu. Tanrının en büyük buluşu ne peki? Cennet sanırım.
İnsanları seviyorum diyenlere gülüyorum sadece. Kim sevebilir ki insanı? Kim alır bağrına bu kirli nehri ve hala mavi bir okyanus kalabilir. Bir çocuk, bir peygamber ve sen. Başka kim?
Hintlilere göre, zaman bir kıvılcımın çizdiği hayali bir daire gibiymiş. Sanki orada bir çember görürmüş insan. Oysa var olan sadece kıvılcım. An diyorum ben ona, an... Gülüşünü hatırladıkça içime batan zaman.
Peki söyle, ben neyi bekliyorum ki sabırla? Neyi öldürmek için bu suskun bekleyiş? Gülüşünün kırıntılarını mı? Yoksa kendimi kurtarmak için kendimden, aşka olan inancımdan ya da ruhuma sinmiş gülümseneni kazımaktan.
Hiçbir şeye kızamıyorum da biliyor musun? Artık soyluyum, acının kutsadığı bir ruhum var. Sen öldün, toprak oldun. Geride bıraktığınsa bir ceset.
Cehennem nedir ki? Kızgın bir fırın mı? İşte insanın avuntusu. Bilmez misin? Cehennem, cennetin yokluğudur. Gülüşünün bittiği yerde başlamadı mı zebanilerin kahkahaları?
Bir şeyler arıyorum bu çirkin şehrin yüzlerinde. Bir sürü insan. Bir kooperatif evi, az yakan bir araba ve bir de erken emeklilik. Ne tuhaf? En büyük trajedi, trajedinin olmaması. Etrafım sıradan megalomanlarla dolu, oysa hayran olduğum tek şey önümü kesen bir kır çiçeği.
Yeryüzü cehennemine nasıl katlanıyorum diye merak ediyorsundur? Bekliyorum, sabırla bekliyorum. Neyi beklediğini bilmeden bekliyorum...
Bir başka hikaye anlatayım istersen. Züleyha'yı bilir misin? Hani Yusuf'a delice aşık olan Züleyha. Bir gün Yusuf peygamber atla gezerken önüne atlamış. Hiddetlenen Yusuf, Züleyha'yı kırbaçlamak için kamçısını çıkarmış. Zavallı Züleyha yalvarırcasına "Allah aşkına, kamçını bana ver" demiş. Şaşıran Yusuf, kamçısını uzatmış. Züleyha, iki avucunun arasında bir süre tutup kamçıyı, geri vermiş. Eline alır almaz, hemen fırlatmış kamçıyı Yusuf.
Çünkü eli yanmış...
Bilmezsin nasıl korkardım çiçeklere, ağaçlara ve bebeklere dokunmaktan. Yanmasınlar diye uzak dururdum her şeyden. Ve sonra elimi kalbimin üstüne koydum, bir ben yandım. Bilmezsin...
Ne garip? Bana dünyadaki en büyük mutluluğu veren sendin ama en büyük mutluluğu vererek, en büyük kötülüğü yapan da sen... Şimdi anlıyorum isminin anlamını.
Suyun üstüne yapılan resimmiş Ebru.
Alamut kalesinde öyle mutluydum ki.
Neydi cennet? Sahi neydi meleklerin şarkısı? Söyleşene.
"Hadi ekmek arası balık yemeğe ODTÜ'ye gidelim, sonra da yaş pasta yeriz. Çimenlere oturup birer çay içeriz. Belki bir şarkı söylersin, Ebruli makamından senin uydurduğun bir şey. Sonra güneş batar ve evimize döneriz. Çekirdeklerimizi alıp televizyonun karşısına geçeriz. Bir rüzgar eser, perdeler sallanır, sana bakarım ve sen gülümsersin."
Bazen gözümü kapıyorum. Bir gülüş gelip geçiyor gözümün önünden. Bir martının kanadının denize değmesi gibi. Ufak bir iz kalıyor suyun üstünde, sonra o da silinip gidiyor.
Gülüşün afyon, dokunuşun afyon..."

Mehmet Emin Arı


Hayata iyi bakın

Blueman

14.11.2003

Hiç yorum yok: