24.10.07

* Çocuk kalbi

Quand l'hiver arrive / Kış geldiğinde
Et que la neige est de la partie / Ve her yer karla kaplandığında
Dans le sourire des enfants / Çocukların gülücüklerinde
Se lisent le plaisir et la merveillement / Keyif ve coşku okunur
Que çe temps de Fetes / Ki bu kutlama zamanı
Vous aide a retrouver votre coeur d'enfant / Kendi çocuk kalbinizi bulmanıza yardımcı olur...

Hayat tüm acıları ve tüm güzellikleri ile devam ediyor.
Yılbaşı kutlanmalı mı?
Bence evet... Hayatı kutlamak ve güzel şeyler yaratmak için her fırsat kullanılmalı...
İçimizdeki çocuğu hep canlı tutmak ve hayata onun kalbi ve bir yetişkinin gücü ile sarılabilmek için...

Hayata iyi bakın

Blueman

31.12.2004

* Aralık dolunayı ve çaresizlik

Dün sabah saat 07:45 sularında güneş doğu ufkunu giderek ısınan soğuk bir sarıya boyarken, batı tarafında yolculuğuna devam eden dolunaya, hava açık olmasına rağmen harika bir gökkuşağı eşlik ediyordu.

Tıpkı geçen ayki dolunay günlerinden birinin sonunda batı ufkunu kızıla boyayan güneş ve onun ardından, doğu ufkunda, karanlık geceye gümüşi ışınlarıyla bekçilik etmek üzere yükselmekte olan dolunayın oluşturduğu o büyülü an kadar güzeldi dün sabahki dakikalar...
Ama aynı dolunay bir gece önce dünyanın muhteşem bir acı ile sarsılmakta olan coğrafyalarını, doğa ananın kimi zaman çok acımasız olabilen katı kuralları karşısında çaresiz kalan onbinlerce kişinin gözyaşlarını, hala sahillerde yatan binlerce cansız bedeni de aydınlatıyordu.
İnsanoğlu evrende küçücük bir nokta, onun yüce gücü karşısında boynunun kıldan ince olduğunu bir kez daha hatırladı. Yaşamın ne kadar kısa ve anlamsız olabildiği bir kez daha yüzüne vuruldu.

Tüm o insanlarla birlikte, olaya ne kadar uzak olsak da bizim ruhumuz da acı çekiyor.

Çünkü aynı bütünün bir parçasıyız.

Hayata iyi bakın

Blueman


29.12.2004

* Kadın ve erkek hakkında bir saptama

Geçen hafta pazar günkü bir gazete ekinde Ebru Çapa, Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ ile yeni oyunları hakkında ropörtaj yapıyor:

"Ebru Çapa: Benim senelerdir aklıma mıh gibi çakılmış bir benzetme var. Bir arkadaşım söylemişti; “Erkeklerin beyni karper peynirine benziyor” diye... Sekiz ayrı dilim hesabı. Erkek, diyelim kadınla kavga etti, orada konuyu kapatıp işine gidip tıkır tıkır çalışabilir, iş çıkışında arkadaşlarıyla oturup futbol muhabbeti koyabilir. Kadınınsa bütün sistemi çöküyor.

Yılmaz Erdoğan: Doğru aslında. Erkekte şöyle birşey oluyor: Diyelim ki bir kriz anında, kavga mavga bittikten sonra erkekte aynen sevişmeden sonra da gelen, artık ona ne demeli, böyle bir cinsiyetsiz kalma, uyuşma hali oluşuyor. Erkek onu kadın gibi düşünmeden dıdı dıdı düşünmeden, annesini aramadan, arkadaşlarına anlatmadan geçirebiliyor. Kadınla erkek arasında benim düşündüğüm en temel farklılık, aslında biraz erotik bir tanımlama gibi de gelebilir kulağa ama kadının herşeyi içine alan, içinde saklayan, içinde geliştiren, hatta bazen içinde çözümleyen bir şey olması. Erkek de hep dışarı atan, hep üstünden atan... Yani neredeyse bütün oyun, kadının bir konuyu açmaya çalışması ve adamın da topu kaleden uzak tutmaya çalışmasıyla geçiyor."

Hayata iyi bakın

Blueman

17.12.2004

* Kasım dolunayı

Buz gibi ayaz bir Kasım gündüzü sonunda güneş portakal-kırmızı renklerle batıdan batarken, ofisimizde oturduğum koltukta başımı 180 derece çevirdiğimde gördüğüm doğudaki gri bulutların ardından sakin bir şekilde yükselmekte olan dolunayın gümüşi güzelliği, güneşin sıcak güzelliğiyle tezat oluşturuyordu. Bu doyumsuz anı hiçbir fotoğraf makinası karelerine sığdıramazdı. Sadece yaşanası bir andı...




Karşılıklar

- Yaşıyor muyum, yoksa öldüm mü
Diye sordu biri ötekine
- Ben neden yaşadığımı sormaktayım
Yıllardır kendime
- Beni gerçekten seviyor musun
Diye sordu ilk yaz kırlangıca
- Bir gün kendimi öldüreceğim
Dedi adam yargıca
- Öğleye ne yemek pişireyim
Diye sordu kadın kocasına
- Tüm okyanuslarda yüzmek isterdim
Kahrolası sınırlar olmasa
- Adamı neden öldürdünüz
Diye sordu yargıç katillere
- Seviyorum seni ey yaşam
Bütün hücrelerimle...

(1980)

Ataol Behramoğlu

Hayata iyi bakın

Blueman

26.11.2004

* "Hindi" hakkında

Kelimelerin kökenleri hakkındaki ilginç hikayelere meraklı olduğumdan aşağıdaki yazı bana ilginç geldi ve İngilizceden tercüme ederek daha rahat okunmasını sağlamaya çalıştım. Bazen bir kelimenin kökeni peşinde bir dünya ve tarih yolculuğuna çıkılabiliyor ve bu örnekte olduğu gibi kaybedilen bir değerimizden de haberimiz olabiliyor.

"Birleşik Devletler’in resmi olmayan kuşu olan hindinin bir Orta Doğu ülkesinin adını almasının hikayesi

Giancarlo Casale

Hindi ismini nasıl aldı? Tatilin yine yaklaşmakta olduğunu farkettiğim bir sabah bu zararsız gibi görünen soru birden kafamda belirdi. Herşeyden önce, hiçbir şeyin bir hindi kadar Amerikan olmadığını düşündüm. New England’da geçirecekleri ilk kış mevsiminde göçmenleri açlıktan hindi eti kurtarmıştı. Bu şükran hisleri ile dolu olarak, eğer öyle denebilirse, Şükran Günü kutlamalarında ve ayrıca Noel’de onun etini yer, tüm yıl boyunca sandviçlerimizi de onun etiyle doldurarak mideye indiririz. Herkes bilir ki Benjamin Franklin özellikle vahşi hindileri çok severdi ve hatta onun, beyaz başlı kartal yerine ABD’nin milli simgesi seçilmesi için kampanya bile düzenlemişti. Evet böyle bir yaratık nasıl olmuştu da ismini orta büyüklükte bir Orta Doğu ülkesinden almıştı? Bu sadece bir tesadüf müydü? Merak etmiştim.

Ertesi gün kafamı meşgul eden bu soruyu, karısı Brezilyalı olan evsahibimle paylaştım. “Bu garip” dedi, “Portekizcede ‘hindi’ için kullanılan kelime ‘peru’dur. Aynı kuş, farklı ülke…” Hmm.
Merakım iyice artmaya başladığından, doğrudan işin kaynağına gitmeye karar verdim. O öğleden sonra bir Türk buldum ve Türkçe’de bu kuşa ne dendiğini sordum. “Biz onlara ‘hindi’ deriz ki bu ‘Hindistan’dan gelen’ anlamındadır.” Hindistan mı? Olay iyice ilginçleşmeye başlıyordu.

Ondan sonraki birkaç gün, aklıma gelen her dilde bu kuşa ne dendiğini araştırdım ve bulduğum her yeni bilgiyle işler daha da garipleşti. Örneğin Arapça’da hindiye “Etiyopyalı kuş” denirken, Yunanca’daki kelime “gallapoula” veya “Fransız kız” idi. İranlılar ise ona “buchalamun” yani “bukalemun” diyorlardı.

Diğer taraftan İtalyancada hindi için kullanılan “tacchino” kelimesi, İtalyan akrabalarımın beni temin ettiği üzere sadece “kuş” anlamına geliyordu. “Ama,” diye eklediler, “bu kelime bize başka birşeyi hatırlatıyor. İtalya’da biz ‘mısır’a - ki herkes bilir ki anavatanı Amerika’dır - ‘grano turco’ yani ‘Türk tohumu’ deriz.” İşte yine Türkiye’ye dönmüştük! Ve işler sanki yeterince karışık değilmiş gibi, Türk arkadaşımdan aldığım yeni bir bilgiye göre de Türklerin mısır bitkisi için kullandıkları kelime aynı zamanda Mısır ülkesi için de kullanılmaktaydı!

Bu noktadan itibaren işler kontrolden çıkmaya başlamıştı. Tam umudumu kaybetmek üzereyken, en sonunda bu labirentten bir çıkış yolu göründü sanki. Fransızcada, tıpkı Türkçede olduğu gibi hindiye verilen isim ”dinde”, yani ”Hindistan’dan gelen”di. Almanca ve Rusçada da kelime hemen hemen aynı anlama geliyordu. Sanırım bu işi hindinin Hint dilindeki anlamını öğrenmek çözecekti. Böylece karısı eski bir Bengal ailesinden gelen bir lise arkadaşımı aradım ve aynı soruyu eşine yönelttim.

“Oh,” dedi, “Hindistan’da hindi yoktur. Onlar Amerika’dan gelir. Herkes bilir bunu.”
“Evet,” diye ısrar ettim, “ama siz onlara ne isim verirsiniz?”
“Bizim hindimiz yoktur!” dedi. Pek yardımcı olmuyordu. Bir kez daha ısrar ettim:
“Bakın onlar için bir kelimeniz olmalı. Diyelim ki İngilizceden tercüme edilen bir Amerikan filmi seyrediyorsunuz ve oyuncular hindiden bahsediyorlar. Ne derlerdi?"
“Evet... Sanırım o durumda tercümede İngilizce kelime (turkey) aynen kullanılırdı. Dediğim gibi bizde hindi yoktur.”

Böylece o noktada bir çıkmaza girmiştim. Çözümü, benim sınırlı kaynaklarımın kapasitesinin çok ötesinde olan bir probleme takılıp kalmış olduğumu çok geç de olsa farketmeye başlamıştım. Ciddi profesyonel bir yardıma ihtiyacım olduğu açıktı. Böylece ertesi sabah için dünya çapında tanınan bir filolojist ve Türk dilleri uzmanı olan Harvard Üniversitesi’nden Prof. Şinası Tekin ile bir randevu ayarladım. Eğer bana biri yardımcı olabilecekse, bu Profesör Tekin’den başkası olamazdı.

O Salı sabahı ofisinden içeri girerken hayalkırıklığına uğramayacağımı biliyordum. Bilge ve babacan süratlı, beyaz ve gür sakallı Prof. Tekin gizemli Türkçe problemimin çözümünü içerdiğine emin olduğum yığınla kitapla çevrili bir odadaydı. Kendimi tanıttım, oturdum ve Prof. Tekin’in bana yardımcı olmasını hevesle beklemeye başladım. “Şimdi şöyle,” dedi, “Türkiye kırsal bölgelerinde ‘çulluk’ ismi verilen bir tür kuş vardır. Hindiye benzer ama çok daha küçüktür ve eti çok lezzetlidir. Amerika kıtasının keşfinden çok önceleri İngiliz tüccarlar lezzetli çulluk kuşunu keşfetmişler ve onu İngiltere’ye ithal etmeye başlamışlardı. Böylece çulluk eti İngiltere’de çok popüler hale gelmiş ve “Türk kuşu” veya sadece “turkey” olarak bilinmeye başlamıştı. Daha sonra İngilizler Amerika’ya gittiklerinde orada bulunan hindileri yanlışlıkla çulluğa benzettiler ve onlara da “turkey” demeye başladılar. Ama diğer insanlar bu kadar kolay yanılgıya düşmeyeceklerdi. Bu değişik kuşların Amerika’dan geldiklerini bildiklerinden onlara ‘Hindistan kuşları’, ‘Peru kuşları,’ veya ‘Etiyopya kuşları’ gibi isimler verdiler. Görüyorsun, hem insanların coğrafya bilgileri oldukça az olduğundan hem de ‘Amerika’ isminin yerleşmesi uzunca bir süre aldığından, ‘Hindistan,’ ‘Peru’ ve ‘Etiyopya’ gibi isimlerin hepsi de ilk yüzyıllarda Yeni Dünya için kullanılan ortak isimlerdi.

“Her neyse, o tarihlerden beri Amerikalılar kuşlarını dünyanın her yerine ihraç etmeye ve hatta Türkiye’de de insanlar bu kuşlardan yemeye ve kendi lezzetli çulluklarını unutmaya başladılar. Çok yazık, zira çulluk eti gerçekten çok çok daha lezzetlidir.”
Bana bütün bunları anlatırken Prof. Tekin gerçekten üzülmüş görünüyordu. Onu teselli etmek için elimden geleni yaptım ve lezzetli çulluk kuşunun talihsiz kaderini öğrenmiş olmanın üzüntüsünü ifade etmeye çalıştım. Bununla beraber, sonunda kafamı meşgul eden bu soruya bir cevap bulabilmiş olmaktan mutluydum ve bir kez daha geleneksel Şükran Günü yemeğinin tadını çıkarabilecektim.

Ah bir de şu küçük köpeklere neden Chihuahua dediklerini öğrenebilsem... "

Hayata iyi bakın

Blueman

25.11.2004

* Pablo Neruda

Matilde'ye Sone

Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.
Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.
Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.

(Cevat Çapan)

Pablo Neruda

Hayata iyi bakın

Blueman

22.11.2004

23.10.07

* Romanya gezisinden notlar

12.-16.11.2004 Romanya gezisinden notlar (ayrıca göndereceğim yahoo foto albümü için açıklamalar):

- Bükreş’te Plaza Romania Alışveriş Merkezi Projesini henüz bitiren bir firmada çalışan arkadaşım Levent Helvacı ve eşi Elinur’un yanına gittik. Çok sağolsunlar bizi o kadar iyi karşıladılar ve o kadar güzel rehberlik ettiler ki... İlk dört fotoğraf Bükreş’e canlılık katan yeni alışveriş merkezinin görüntüleri..."Arkadaşım yaptı burayı" deyip duruyorum...

- Slanic adlı kasabadaki Mina Salina (Tuz Madeni) bizi oldukça etkiledi. Arada sırada yan duvarlara sürtünerek yerin yaklaşık 150 m. altına inen daracık asansörden çıktığımızda, kendimizi yaklaşık tavan yüksekliği 60-70 m., genişliği 30 m.yi bulan ve her biri yaklaşık 150 m. uzunlukta köşelerden oluşan bir kare şeklinde oyulmuş madende bulduk. Güçlü lambalarla yapılan aydınlatmaya rağmen loş, soğuk, duvarları mermer mekanda kendimi bir bilimkurgu filmi setinde sandım. Birazdan keşfedeceğimiz üzere içinde bir kafe, çocuklar için oyun parkı ve futbol sahası da olan mekanda çocukların neşeli çığlıkları uzaktan yankılanarak geldiği için ortamın esrarı ve etkisi o ilk dakikalarda daha da artmıştı. O devasa mekanı yerin o kadar altında yaratan insan zekası ve çalışması beni bir kez daha büyülemişti.

- Romanya’nın ilk kralı, ülkede uygun aday bulunamadığından Almanya’dan seçilen I. Carol ve sanatçı kişilikli eşi kraliçenin yaşadığı Peleş Satosunu 1 aylığına temizlik için kapalı olduğundan gezemedik, ama yanındaki daha küçük şatoyu gezme ve ihtişamdan etkilenme fırsatı bulduk. Şato önünde para karşılığı fotoğraf çektirmek üzere bekleyen aslan yavrusu Tomitza ise benim için muhteşem bir sürpriz oldu.

- Predeal’deki Rozmarin Otel geçen şubatta açılmış tertemiz, rahat ve çok makul fiyatlı bir oteldi.

- Braşov ve yakınındaki Poiana Braşov (poiana: yayla) kar altında çerçekten çok güzel olduğunu tahmin ettiğim yerler... Poiana Braşov’daki kayak pistleri 2 zor, 4 orta ve 4 kolay parkurdan oluşuyor. Bindiğimiz teleferik bizi 693 m. daha yüksekteki tepeye çıkardı, ancak çok sisli olduğundan fazla dolaşamadan indik.

- Dracula romanında esinlenilen Vlad Tepeş’in (Kazıklı Voyvoda) kaldığı iddia edilen ve turistlere gösterilen Bran’daki kalenin aslında Vlad’a ait olmadığı ve asıl şatonun şu anda yıkıntılardan ibaret olduğunu öğrendiğimde hayalkırıklığına uğradım ve Bran’daki şatoya gitmeye gerek görmedik.

- Muhteşem Murfatlar şarapları bizdekilere göre hem daha lezzetli hem de daha ekonomik...

- Sıcak çikolatalar resmen sıcak puding kıvamında...

Ekstra notlar: Yerel içki palinka gerçekten kötü kokuyor ve çok sert... Poiana Braşov'da yemek yediğimiz av etleri restoranında ikram edilen içilebilecek gibiydi de deneyebildim. Carrefour'lar resmen para basıyor, her kasa önünde en az on-onbeş kişilik sıra vardı. Kapitalizmin etkisi McDonalds'lar, sigara reklamları ve artan fiyatlarla kendini hissettiriyor. Burası da inşallah çok bozulmaz ve kişiliğini kaybetmez.
Bu kısa ama zevkli tur için Levo’ya ve Elinur’a tekrar çok çok teşekkürler...

Hayata iyi bakın

Blueman

19.11.2004

* Fizik sorusu

Bu soru Kopenhag'daki bir üniversitenin fizik sınavından alınmıştır: "Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasıl bulursunuz, anlatınız".
Öğrencilerden birinin cevabı:
"Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsınız. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir". Bu oldukça orijinal cevap hocayı çileden çıkartmaya yetti ve öğrenci dersten kaldı. Öğrenci cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve Üniversite durumu çözmek için başka bir hoca gönderdi.
Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu ? Çocuk kalmalı mı geçmeli mi?
Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna fakat kayda değer bir fizik bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere öğrencinin en azından asgari bir temel fizik bilgisi olup olmadığını anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı.
İlk beş dakika genç sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu. Hoca zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç çeşitli cevaplarının olduğunu fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince genç söyle cevapladı:
"İlk olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği (H=0.5 x g x t kare) formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat barometre için kötü bir seçim...”
"Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu bir yere dikip gölge uzunluğunu ve sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu ölçebilirsiniz. Bundan sonrası basit bir orantıyı çözmek olacaktır".
"Fakat bu konuda gök bilimsel bir cevap istiyorsanız barometrenin ucuna bir sicim bağlayıp onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz; önce yer seviyesinde daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği T=2pı kare kvk (İ /g) formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz".
"Yahut gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu barometre yüksekliği biriminden sayıp bunları toplayabilirsiniz".
"Eğer ille de sıkıcı ve Ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki barometre ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer milibar cinsinden çıkan farkı feet'e çevirebilirsiniz ve yüksekliği bulursunuz".
"Ancak bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metotlar kullanma konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki en iyi yol süphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu".
Şimdi genci dinledikten sonra hala aynı şeyi mi düşünüyorsunuz? Geçmeli mi kalmalı mı?
Öğrencinin adı : Niels Bohr, Fizik'te Nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.
Kaynak: http://www.gökmen.gen.tr/zhikaye/fizik.htm

Hayata iyi bakın

Blueman

17.11.2004

* Janet'in Orağı

Galatasaray Lisesi mezunları e-mail grubu Sultani'ye bir ağabeyimizin gönderdiği hoş bir mesaj... Bilmem ODTÜ'lü olanlar bu şarkıyı hatırlar mı? Ya da herhangi bir bilen var mı? Ben ilk kez okuyorum sözlerini... Şarkıyı da dinlemek isterdim.

"Merhabalar,
Geçen hafta hocamız M. Jacques Balleret'nin yemeği için Nice'de küçük bir Galatasaraylı grup oluştuk.
Ersin Üner (59) ağabey ile uçakta buluştuk, Ankara'dan geliyordu. Belçika'dan gelen Mehmet Çubukçu (59) ağabey ile de havaalanında tanıştık. Bu güzel organizasyonun yaratıcısı Cengiz Tacer (59) bizi hava alanında karşıladı ve... adı geçen genç ağabeylerim geri kalan günler süresince eşime ve bana el bebek gül bebek muamelesi yaptılar hilafsız...
Hikaye çok da, işte bir tanesi...
Monaco'da Çarşamba günü M.Balleret ile ön buluşmamızı yaptıktan sonra, Cengiz ağabey bizi Güney Alplerin başlangıcı dağların yollarına vurdu. Orman içinde dağ yollarında gitmekte iken bir ara karşıdan bir teyzenin yol kenarında yanlız başına yürümekte olduğunu farkettik. Elimde olmadan ODTÜ yıllarında söylemekte olduğumuz "Janet orağını almış...(derin anlamlı sözler aşağıda!)" şarkısını söylemeye başladım. ODTÜ'ye yolu düşenler bilebilir, bizim Sultani'nin "En velo"su türünden bir şeydir. Aman Allah bir bir baktım Ersin ağabey ve Mehmet ağabey devamını Fransızca getirmekteler. "Aman ağabeyler bu şarkının orijinali Fransızca mıdır?" "Öyledir" dediler ve anlattılar. Mehmet ağabey şarkının Fransızca versiyonunu 1960’lı yılların başında Fransız turistlerden kapmış, o sıralar ODTÜ'de mimarlık tahsil etmekte olan Ersin ağabey Türkçeleştirmiş. Hatta bir kız arkadaşlarını ODTÜ gezilerinde "Janet" yerine ismini kullanarak epey ağlatmışlar. Derken 60'lı yılların sonunda bizler ODTÜ'de bu şarkıyı söyledik koro halinde. Bildiğim kadarı ile şimdilerde de söylenmekte bu hoş şarkı. Kazandıranlar da iki Sultanılı ağabeyimiz.
Bendeki şansa bakın, "Janet'in orağı"nın faili iki ağabeyimizin arasına düşüvermişim.
Ana fikrin en baba fikri, Sultanililer ODTÜ'den de iz bırakarak geçmişler.
Saygılar ve sevgiler,
Adnan Eroğlu 66/67
Not: Şarkılar FR ve TR versiyonları ile aşağıda
Jauneton prend sa faucille
(refrain)
Jauneton prend sa faucille
Pour aller couper les jaunes
En chemin elle rencontre
(refrain)
En chemin elle rencontre
Quatre jeunes et beaux garçons
Le premier est un peu timide
(refrain)
Le premier est un peu timide
La caressa le menton
Le deuxième un peu moins sage
(refrain)
Le deuxième un peu moins sage
La coucha sur le gazon
Le troisıème un intrépide
(refrain)
Le troisıème un intrépide
La souleva le jupon
Ce que fit le quatrième
(refrain)
Ce que fit le quatrième
N'est pas dit dans la chanson
La morale de cette histoire
(refrain)
La morale de cette histoire
C'est que les hommes sont des cochons
La morale de la morale
(refrain)
La morale de la morale
C'est que les femmes aiment des cochons
Refrain: (laïlette-laïlette)

Janet orağını almış,
(nakarat)
Janet orağını almış
Ot biçmeye gidermiş
Yolda dört genç güzel oğlan
(nakarat)
Yolda dört genç güzel oğlan
Janet'e de rastlamış
Birincisi az utangaç
(nakarat)
Birincisi az utangaç
Yanağını okşamış
İkincisi biraz çapkın
(nakarat)
İkincisi biraz çapkın
Onu yere yatırmış
Üçüncüsü anasının gözü
(nakarat)
Üçüncüsü anasının gözü
Eteğini kaldırmış
Dördüncünün yaptıkları
(nakarat)
Dördüncünün yaptıkları
Bu şarkıda söylenmez
Bu şarkının ana fikri
(nakarat)
Bu şarkının ana fikri
Erkekler hepsi domuz
Ana fikrin baba fikri
(nakarat)
Ana fikrin baba fikri
Kızlar domuzu sever
Nakarat: failatün-failatün
***Buraya kadar okuma sabrı olanlar baba fikri ögrenmiş oldular***"

Hayata iyi bakın

Blueman

11.11.2004

* Mutlu olmak, kendini mutlu etmek

Kadınlar Nasıl Mutlu Olacağını Bilir

Çikolata bahanedir, mutsuzluğu bir çikolata parçasıyla mat etmek ise şahanedir. Zira mutluluk kadına, çoğu zaman bir paket çikolata uzaklığındadır.
8 ünlü kadın, değişen ruh halleriyle mücadele yöntemlerini Boyner Grubu’nun iki ayda bir yayınladığı Mecmua Dergisi’ne anlattılar.

Ayça Sen (Gazeteci)

Sevdiğim şeyleri arkadaşlarıma veriyorum
Sıkıntılı olduğumda, çok sevdiğim iki dostum var, onları ararım. Onları bulamazsam, mutlaka bir ders almam gerekiyor diye düşünürüm. Ders almaya halim yoksa, açar Mesnevi okurum. Onu yapmaya da halim yoksa, ki olabiliyor duş alırım. Biraz ağlarım. Hatta epey ağlarım. Her zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık geleceğini düşünerek kendimi rahatlatırım. Sabah güneş doğmaya yakın kalkarım. Çok fazla alışveriş yaparım. Mesela mendil satan bir çocuğa 20 milyon da olsa verdiğimde çok iyi hissederim! En çabuk tesirlisi bu. Sevdiğim şeyler alıp, onlardan vazgeçerek arkadaşlarıma veririm. Çok etkili, tavsiye ederim.

Figen Batur (Hürriyet Gazetesi Yazarı)

Hiçbir şeyi planlamam
Sıkıntıyı arkada bırakmak için hiç bilmediğim bir ülkeye yolculuk yaparım. En azından oradayken hiçbir şeyi hatırlamam. Uzak bir ülkeye giderim ve tek başıma gezerim. O yere ait yeni şeyler öğrenirim. O ülkeyi her şeyiyle hissetmek isterim. Önceden program yapmadan rahat rahat... Güzel otellerde kalır, güzel yemekler yer, oranın kültürüne dokunurum. Gidip de bir evde kalmam yani. Dediğim gibi, hiçbir şeyi planlamam. Her şeyin o anda gelişmesini isterim. Bu ülkenin de doğuda olmasını tercih ederim. Çünkü doğu daha çok ilgimi çekiyor. Dilini, insanını, kültürünü bilmediğim, benim için yeni olan ülkeyi tercih ederim ve oradayken hiçbir şey düşünmem.

Yasemin Bradley (Beslenme ve Diyet Uzmani)
Kitapçıya giderim
Canım sıkkın olduğunda aile toplantılarına katılırım. Ailemle birlikte olmak, ne kadar bezgin olsam bile beni canlandırır. Birlikte yemek yemek, gülüşmek, konuşmak, dertleşmek... Aile ortamı beni pozitif enerjiyle doldurur. Ya da eşimle birlikte şehir dışına çıkarım. Şehrin dışında bir yerde evimiz var, oraya giderim. Şehir negatif enerjiyle dolduruyor insanı. Bana iyi gelen şeylerden biri de kitapçılarda dolaşmak. Bir kitapçıda uzun uzun dolaşıp bir sürü kitap satın almak, onları yüklenip eve dönmek kendimi iyi hissettirir. Farkındaysanız uçuk şeyler söylemedim beni mutlu eden şeylere örnek olarak. Çünkü basit gibi gözükenleri yapmak mutlu eder beni.

Emel Kurhan (Tasarımcı)
Kıyafetimi değiştiriyorum
Sıkıntılı anlarımda müzik dinlerim. Dans ederim. Genel olarak hazırladığım mix CD’ler var, onları koyarım ama genelde Michael Jackson’ın 80’lerde yaptığı müzikle dans ederim. Çok çok sıkıntılıysam uyumayı tercih ederim uzun uzun. Bazen çikolata yerim ama şimdilerde kesmeye çalışıyorum. Çok kötü bir gün geçiriyorsam kıyafetimi değiştiririm onun üzerimdeki olumsuz etkisinden kurtulmak için. En radikal yaptığım şeyse saçımı kestirmek oldu. Uzundu saçlarım, belime geliyordu. Bir sıkıntı anında gittim küt kestirdim. Sonra bir başka sıkıntı anında da bu sefer daha da kısaltarak kısacık yaptırdım. Şimdiki saç stilim bir sıkıntı sonucu doğdu.

Zeynep Tanbay (Dansçı-Koreograf)
Yeni bir şey yaratırım
Sıkıntılı olduğumda dans ederim. Dansçı olduğum için her şartta, koşulda ve ruh halinde her şeyi geride bırakıp dans ederim. İleride yapabileceğim bir koreografiyi o anda oluşturabilirim. Müziği koyup doğaçlama yaparım. Yeni yaratılacak bir şeyin ilk tohumlarını atarım. O anın kıvılcımlarını yakalayarak yeni bir şey yaratırım. Ya o anda çalıştığım bir dansın yeni halini oluştururum, ya da yepyeni bir şey. Bu dans, koreagrafisiyle, müziğiyle, önceden yaptığım bir dans olmaz. Müzik içın özel bir tercihim olmaz. Normalde klasik, caz ve değişik türdeki müziklerden hoşlanırım ama şeçeceğim müzik, koreografımı tamamlayacağı için dansa göre olur.

Tilbe Saran (Tiyatrocu)
Sanatın her türü iyi gelir
Sıkıntılı olduğumda sevdiklerimin yanına giderim. Arkadaşlarımın, annemin... En güzeli de doğaya kaçmak. Benim için herhangi bir ağaç gölgesi yeterli. Bir çınar, bir kestane. Yanımda kimse olmadan, tek başıma... Varsa iyi bir konsere, filme, oyuna giderim. Sıkıntılı olduğum zamanlar ağır bir filme oyuna giderim. Sıkıntılı olduğum zamanlar ağır bir filme gitmem diye bir şey yok. Sanatın her türlüsü insan ruhuna iyi gelir. İyi sanattan bahsediyorum tabii. Kitap için de aynı şey geçerli, nasıl bir tür kitap olduğunun önemi yok. Müzik tercihim ise klasik caz, New Orleans... Yeni olmayan müziğe ilgi duyuyorum. Sanatın türünü ayırt etmem. Sanatın her türlüsü bana kendimi iyi hissettirir.

Zeynep Fadıllıoğlu (Tasarımcı-Yönetici)
O anı yaşarım
Sıkıntılarımı üzerimden atmak, sorun ve endişelerden kurtulmak için yoga ve meditasyon yapıyorum. Kötü geçen bir günün ardından yoga yaparak rahatlamaya çalışıyorum. Nefes alıp vererek dinlenmek ve sakinleşmek bana faydalı geliyor. 19 yıldır yoga yapıyorum. Geçen yıl meditasyon yapmaya başladım. Günde en az 2 kere meditasyonla kendi içinize dönmek ve o anı yasayarak geçmişin sorunları ve geleceğin endişelerinden kurtulmak mümkün.

Hürriyet Kelebek Eki - 04.11.2004

Hayata iyi bakın

Blueman

05.11.2004

* "Fırtınaya Karşı Ayakta Kalmak"

Merhaba,

İngilizce'den çevirdiğim "Fırtınaya Karşı Ayakta Kalmak - Atlantik'de Köle Ticareti Tarihi" adlı kitap İmge Yayınevi tarafından piyasaya sürülerek raflardaki yerini aldı nihayet...

Beni o yoğun dönemde destekleyen herkese çok teşekkür ederim.

Ayrıntılı bilgi:

Hayata iyi bakın

Blueman

05.11.2004

* Kasım'ın güzelliği

"Kasım ayına övgü

Sonbahar eylüldür, bahar nisandır. Alıntıların tarihi olsa, T.S Eliott’un “En zalim aydır nisan”ı, muhtemelen, en yorgun dize olarak tescillenir. Nisan ile eylül, şiirin imge indeksinde elele koşar. Çağrışım evreni fakir kasımın ise şiir kapılarından elini kolunu sallaya sallaya girdiğini gören pek azdır. Oysa kasım düpedüz sonbahardır. Her kasım ayının hemen öncesinde, uluslararası bir kararla biyoritmimiz hırpalanmış (enerji tasarruf amacıyla uygulandığı rivayet edilen, ne var ki, toplumsal faydasını bir türlü ölçemediğimiz “yaz saati” sona ermiş, saatler geri alınmıştır çünkü) tam içine girmişken dönüverir olmuştur gün. Ansızın kararan hava, en olağan saatleri bile nedensiz bir geç kalışın suçluluk duygusuna dönüştürür. Yağmur, en çok bu ayda sivri uçlu oklar gibi işler insanın içine içine. Köşe bucak kaçanına değil tabii, gönül indirenine... Kasım ekime benzemez. İki arada bir derede kalmış ekim ayının, insana ne giyeceğini şaşırtan - kimi vakit kısa kollu tişörtün üstüne kışlık ceket geçirilmesi gibi - sadece bu aya mahsus tuhaf tereddütler kaşımda sona erer. Yaşadığımız bütün alanları daraltacak, hareketlerimizi kısıtlayacak kalın giysiler, işgal kuvvetleri misali hızla ve kalıcı olarak dağılır günlerin içine. Ev kokuları, büro kokuları, kent kokuları, keskin kavisler çizerek değişir. Kayda girmeyen iç çekişler, vazgeçilmiş mektuplar toplamı, biriktirilemeyen anlık mutluluklar, ertelenmiş ümitler, kıpırdamadan çıkılan yolculukların yorgunluğu, en çok bu ay hissedilir. Niyeyse kasım, insanın “içeriden” yükselen seslere daha çok kulak verdiği bir aydır. “Dışarısı” eylül ya da ekim kadar davetkar değildir, belki de ondan. Ağaçlarda kalmış son yapraklar acele acele terk eder dalları. “Sen herşeyi süpürebilirsin, sonbaharı süpüremezsin” dizelerine inat, işçiler caddelerdeki kuru yaprakları gürültüyle süpürür. Dalını terk etmekte gecikmiş tek tük turuncu yapraklarsa, ıslak kaldırımlara kendilerini en çok bu günlerde resmeder. Başını öne eğerek dalgın yürümekte olanların rastlama olasılığı daha yüksek olan gözalıcı bir fotoğraf karesi gibidir bu görüntü. Kasım ayının en hoş tuhaflığı, vakitsiz bir ilkbaharı hatırlatan nergisleridir. Nergisin, en inatçı hüznün dahi direncini kıracak kudretteki rayihasıyla, beyaz-sarı sevinç parçaçıkları şeklinde kaldırımları donattığı akşamlar, kimileri için kasım ayının öteki adı olabilir. (Kokusunu sereserpe sergileyen ilkbahar ve yaz çiçeklerinin aksine, güz çiçekleri kokularını gizler. Çiçekseverin o kokuyla buluşabilmesinin ön şartı, kapalı, tercihan sıcak bir ortamdır) Nergisin kokusunda vefayı çağıran birşeyler vardır. Saklı duyguları gün yüzüne çıkarır. Ölüm, açlık tehdidi ve dahi diğer yoksunlukların -şimdilik- derdini yaşamayan bir ölümlünün, olur a kimilerine beyhude gelebilecek notlarıdır bunlar. Hasılı, güzeldir kasım. Dahası, sokakları denize açılma ihtimali bulunan bir şehirde daha güzel yaşanacağı tahmin edilir."

Çiğdem Toker

"Hayata iyi bakan" bir kalemden çıktığı belli olan bu yazıyı, kasım ayının güzelliklerini fark edebilmemiz dileğiyle paylaşmak istedim.

Hayata iyi bakın

Blueman

02.11.2004

* Ekim dolunayı

"Türkiye saati ile 03.05’te Ay, Dünya’nın yarı gölgesinin içinden geçmeye başlayacak, bu sırada yansıttığı güneş ışığı giderek azalırken sarımsı bir renk alacak. Saat 04.14’de Dünya’nın tam gölgesinin içine girmeye başlayacak olan Ay’ın rengi, yavaş yavaş koyu bakır kırmızısına dönecek. Ay, tam gölgenin içinden saat 06.44’de çıkmaya başlayacak."

Gün Olur

Gün olur alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Herbir tüylerinde ayrı telaş!..
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur, başıma kadar güneş
Gün olur, deli gibi...

Orhan Veli Kanık

Bu gece dolunay, denize vuran ışıltılar, tutulurken renkten renge bürünen ay...
Gürültüyle...
Gün olur başıma kadar ay...
Şiir için teşekkürler Hakan...

Hayata iyi bakın

Blueman

27.10.2004

* Eylül dolunayı

Erken çöken karanlıkların, yağmurlu havaların bir an önce bizleri evlerimizin huzuruna sığınma isteği ile dolduracağı günlere giderek yaklaşırken, Eylül dolunayı belki bir deniz kıyısında, belki çimenlerin üzerine uzanılacak bir köşede ılık bir sohbahar gecesini bizler için aydınlatıyor olacak yine...
Hayallere dalmak uzak ufuklarda bir başına...
Isıtmak bir kadeh şarabı sevgili ile bir sohbet eşliğinde...
Ya da sadece bir şarkı tutturmak ıslık ile...

Islık Çalmak

Balıklar için deniz lazım
Sevişmek için işsiz olmak
Ve geceleri yatakta
Duymamak için tabanların sızısını
Zengin olmak lazım
Halbuki ıslık çalmak için
Birşey lazım değil

Melih Cevdet Anday

Hayata iyi bakın

Blueman

28.09.2004

* Bir Istanbul Gezintisinden Notlar

Harika şehrimiz İstanbul’un yazdan kalma bir gün yaşadığı bir sonbahar gününde şehrin bağrına atmıştık kendimizi. Kadıköy’den, martıların kovaladığı bir vapurla geçtiğimiz Eminönü, belediyece uzaklaştırılan seyyar satıcıların ve teknede balık ekmek satanların yokluğunda daha bir tenha gözüküyordu göze. Yine de etini koparmışlar gibi çığlık çığlığa birkaç seyyar satıcı, yaya alt geçidinin tavuk döner, lahmacun ve ter kokularıyla yoğunlaşmış havası, köprüde yanyana dizilmiş balık oltalarının ucunda türlü hallerde insanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, yaya geçidi olsun olmasın yollarda gezinen, koşturan onlarca insan, Eminönü meydanının vefakar ve cefakar güvercinleri, geçen haftaki 8 trilyonluk loto hayalleri suya düşenlerin, artık 1,5 trilyona tenezzül etmeyip uzun sıralar oluşturmadıkları Nimet abla gişesi gibi bileşenlerden oluşan hareketli tablonun içinden geçip Tahtakale’de iğne atsan yeryüzüne ulaşmayacak kalabalıkla kucaklaşmıştık. İnsanın arada sırada yaşaması gereken bir duygu bu sanki... İnsan kendini garip bir güvende ya da ne bileyim bir şeylere aitmiş gibi hissediyor... Kocaman, kalabalık bir şeye... Tabii hırsıza, uğursuza karşı da çok dikkatli olmak kaydıyla.

İncik boncuk almak için girdiğimiz bir dükkanda tam 18 adet boncuklu bilezik alan karısına Fransızca “Koleksiyon mu yapacaksın?” diye seslenen esmer, göbeği yarım metre ötedeki tezgaha değen adam, kasanın yanında dikilen gence kolundaki saati göstererek “Ne o hemşerim gözün saatte kaldı bakıyorum” diye seslenir. “Bu saat burada kaç para biliyon mu sen?” ile başlayan muhabbet, sonraki beş dakika boyunca saatin burada ve adamın yaşadığı ve bir şirket sahibi olduğu İsviçre’de ne kadar ettiğinin (8 bin dolar) hesaplanması ile geçer. Karısına yine Fransızca “Al oradan iki tane daha da 20 etsin barı” diyen adam cebinden çıkardığı tomarla paradan iki yirmilik atar tezgaha... O zamana dek adamla muhatap dahi olmayan kasada oturan beyaz saçlı temiz giyimli yaşlıca adam ardından burun kıvırır bu başarılı işadamımızın...

Tahtakale’deki kalabalığın arasında yürürken bir an için oluşan boşlukta, esmer, bıyıklı, göbekli ve gömleğinin yakası göbeğine kadar açık bir adam, serçe parmağı kalkık şekilde kulağına tuttuğu minnacık cep telefonunda, karşı taraftaki adama “bak ebe..... .mi.. ...tiğiminin evladı” şeklindeki bir hitabı yumuşacık bir ses tonuyla söyleyerek geçer yanımızdan...

Gülmemiz geçtikten sonra köşedeki kelek kavun satıcısından aldığım ve bütün gün elimde dolaştıracağım minik keleğime kavuşurum. “Salatalık gibi tadı var, ver keseyim abi” der satıcı, ama o o kadar sempatik ki nasıl kestiririm onu. Tahtakale’de artık seyyar satıcılar küçük tezgahlarını da bırakmış, onun yerine sattıkları ürünlerin fotoğraflarının yapıştırıldığı kartonları tutmaktadırlar ellerinde.

Mısır Çarşısı’nın kapısından girer girmez sağ taraftaki aktardan badem ve fındık alırken, içerdeki bir genç, bana kuruyemişleri veren gence “Seni anlamıyorum abi, seni anlamak rüzgarlı bir havada kibritle sigara yakmaktan daha zor” der.

1901’de Rum kökenli Pandeli’nin kendi adıyla açtığı ve şimdiki yerine (Mısır Çarşısı’nın Eminönü kapısının üstü) 1956’da taşınan restoranın çarşı manzaralı masalarından birinde patlıcanın içine yedirildiği ve üzerine bir dilim döner yatırılarak servis edilen börek ağzımızda erir. Ta o zamanlardan beri işletmede çalışan Cemal bey burada yemek yemeye gelen Celal Bayar’ın fotoğrafını gösterir gururla.

Kapalıçarsı’da Deli Kızın Yeri’ne kısa bir ziyaret ve hemen karşısındaki ufacık kahvecide birer yorgunluk kahvesi... Fes Kafe’nin kapılarında sallanan, renkli parlak mikalardan yapılmış şık sineklikleri oluşturan parçalardan sadece bir tanesinin 180 Milyon TL. olduğunu öğreniriz.

Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkıp sola döndüğünüzde yüz metre ilerideki Subaşı esnaf lokantası ise geçen sene en iyi 10 ev yemeği mekanının birincisi seçilmiştir bir gazetenin oluşturduğu bir gurme heyeti tarafından. Fazla aç olmadığımızdan ısmarladığımız buz gibi elma kompostosu, içindeki birer dilim muz ve kivi, bir parça portakal ve nar taneleri ile çok iyi gelir. 1959 yılından beri hizmet veren lokantanın sahibi Veysel bey 1991’de vefat etmiş ve ilk zamanlardan beri yanında çalışan beyefendi hala işletmenin başındadır...

Mahmutpaşa’daki Vakko’da bir eşarp için uzun süre beklediğimiz kasa kuyruğunda elimdeki açık ve koyu yeşil çizgili kelek kavunumu elden ele atarken yere düşürürüm birden. Bayanların ayakları arasından ta kasanın önüne kadar giden kavunuma ulaşmanın yollarını ararken, biraz geride bekleyen bir adam “Hanım bir izin ver de adam topunu alsın” der Allah razı olsun.

Mahmutpaşa’nın çılgın kalabalığı arasından devam eden yürüyüş Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bahçesinde, birer Türk kahvesi eşliğinde içilen nargilenin hoş kokulu dumanları arasında mola alır. Divanın üzerinde iki kişinin arasında yavru bir sokak kedisi derin bir uykudadır.

Galata Köprüsü’nün altında insanlar gün batımına karşı biralarını yudumlamakta, balıkların tadını çıkarmaktadırlar. Bu arada yukarıdan sallandırılan oltalardan birinin ucunda bir balık daha çırpınarak yukarı çekilmektedir.

Karaköy Güllüoğlu talep olmadığı için, artık harcında ve şerbetinde ceviz, damla sakızı, zencefil, çörekotu, hindistancevizi, kakule, karafıl suyu, kişniş, safran, salep, tarçın ve portakal kabuğu olan Hekimbaşı baklavası çıkarmamaktadır. Onun yerine çikolatalıyı denersin sen de...

Karaköy’den kalkan vapur Haydarpaşa iskelesine uğramak için pervanelerini durdurduğunda, iskelenin karşısındaki mendireğin üzerinde tek sıra şeklinde dizilmiş yüzlerce karabataktan birinin kurutmak için açtığı kanatlarının arasından batar güneş bir kez daha İstanbul’da. Vapur, yeniden çalışmaya başlayan pervanelerin kabarttığı suları ardında bırakarak ilerlemeye başlarken, gözüm karayla bağlantısı olmayan mendireğin duvarı üzerinde yanyana dizilmiş martı ve karabatakları umursamaz şekilde külhanbeyi tavırlarla yürüyen bir kediye takılır. Artık rahatsızlık vereceği kadar yaklaştığı kuşlar birer birer duvarın üzerinden hemen aşağıdaki kayaların üzerine atlarlarken istifini hiç bozmadan ilerleyen kedinin oraya nasıl ulaştığı sorusu kafama takılmışken, vapur Kadıköy iskelesine yandan şöyle bir yaslar vücudunu cilveyle...

Akşam karanlığı çökerken şehre Kadıköy’de bir “eve dönme” telaşıdır gitmektedir...

Hayata iyi bakın

Blueman

27.09.2004

* Ağustos dolunayı

Yaşamak

Biliyorum, kolay değil yaşamak,
Gönül verip türkü söylemek yar üstüne;
Yıldız ışığında dolaşıp geceleri,
Gündüzleri gün ışığında ısınmak;
Şöyle bir fırsat bulup yarım gün,
Yan gelebilmek Çamlıca tepesine
Bin türlü mavi akar Boğaz'dan
Her şeyi unutabilmek maviler içinde

Orhan Veli Kanık

Kolay olmasa da güzellikleri farkedebilmek dileğiyle...

Şiir için teşekkürler Hakan.

Hayata iyi bakın

Blueman

30.07.2004

* İnce Kırmızı Hat

20 yıl hiç film çekmedikten sonra 1998 yılında yönetmenliğe dönüş yapan Terrence Malick'in senaryosunu James Jones'un kitabından uyarladığı muhteşem filmi "The Thin Red Line"ı geçenlerde Türkçe dublajlı CDsinden tekrar izleyince bir kez daha büyülendim. Amerikan ordusunun 2. Dünya Savaşı sırasında Pasifik'teki stratejik önemi olan bazı adaları Japonlardan almak için giriştiği mücadeleyi temel alarak, savaşın anlamsızlığını insanın yüzüne vururken, karakterlerin her birini kendi iç dünyalarında yaşadıkları değişimle inceleyen ve savaşa felsefi açıdan yaklaşmayı başaran, hem Japon, hem de Amerikalı askerleri kendilerine özgü zaafları ile yani birer insan olarak gösterebilen, muhteşem görüntüler ve müzikler eşliğinde şiir gibi bir film "İnce Kırmızı Hat"... Özellikle sahneler arasındaki iç seslerle verilen duygu beni çok etkilediğinden paylaşmak ve filmi hala seyretmemiş olanlara tavsiye etmek istedim.

- Film tropikal adadan muhteşem doğa görüntüleri ile başlıyor...
İç ses: "Doğanın kalbindeki bu savaş da nedir? Neden doğa kendisi ile mücadele ediyor? Toprak denizle savaşıyor? Doğanın içinde intikamcı bir güç mü var? Yoksa bir değil de iki güç mü var?"

- Savaşı anlamsız bulan kahramanımız ordudan kaçıp, adadaki ilkel bir kabileyle yaşamaya başlamış ve buradaki günlerinde huzuru, barışı ve insanları birbirine ve doğaya bağlayan sevgiyi, dengeyi hissetmiştir.

İç ses: "Annemin öldüğü zamanki halini hatırlıyorum. Suratı çökmüştü, derisi grileşmişti. Ona “korkuyor musun?” diye sormuştum. Sadece kafasını sallamıştı. Onun içinde gördüğüm ölüme dokunmaktan korkmuştum. Onun Tanrı’ya dönecek olmasında hiçbir güzel veya ilahi yan görememiştim. İnsanların ölümsüzlükten bahsettiğini duydum, ama bunu hiç göremedim.
Peki ben ölürken neler hissedeceğim. O aldığın nefesin, alabileceğin son nefes olduğunu bilmek nasıl bir duygudur? Dilerim ben de ölümle annem gibi yüzleşebilirim. Onun gibi sakince... Çünkü benim göremediğim ölümsüzlük orada saklı..."

- Ağaçlar, dalların arasından süzülen güneş ışığı, renk renk kuşlar, toprak, deniz ve rüzgarda dalgalanan otlarla kaplı tepeler...

İç ses: "O kadar değişik şekillerde yaşayan kişi... Sen kimsin? Sonunda ölüm seni de yakalayacak. Sen de doğacak olan şeylerin kaynağı olacaksın. Senin zaferin, mehametin, barışın, gerçeğin... Sen ruha huzur verirsin... Ve anlayış... Ve cesaret... İnsanı rahatlatırsın."

- Yoğun bir çatışmadan sonra hayatta kalabilmiş bitkin ve yaralı askerlerin acılarını dindirmeye yardımcı olmaya çalışırken kahramanımız yine kendi içindeki yolculuğunu sürdürür.

İç ses: "Belki de her insanın, herkesin bir parçası olduğu büyük bir ruhu vardır. Aynı insanın ayrı bir yüzü... Bir büyük kendin... Herkes kendi için bir kurtuluş arıyor. Hepsi ateşten çıkartılan birer kömür gibi..."

- Yine kanlı bir köy baskınından sonra, acımasızca öldürülen onca Japon ve Amerikalı askerin içler açısı halleri, yaralıların inlemeleri, kanlar içinde hayatta kalmak için dua eden çaresiz insanlar...

İç ses: "Bu büyük kötülük acaba nereden geliyor? Bu dünyanın içine nasıl girmiş? Hangi kökten, hangi tohumdan büyümüş? Bunu kim yapıyor? Bizi kim öldürüyor? Kim ışığımızı ve hayatımızı çalıyor? Kim bizim de düşebileceğimiz durumu görüp bizimle alay ediyor? Bizim yok olmamız dünyanın çıkarına mı? Çimenlerin büyüyüp güneşin parlamasına bir katkısı var mı? Bu karanlık senin içinde de var mi? Sen de bu gecenin içinden geçtin mi?"

İç ses: "Hiçbir şey unutmanı sağlayamıyor. Her seferinde yeni baştan başlıyorsun. Savaş insana şeref kazandırmıyor... Onu köpeğe çeviriyor... Ruhunu zehirliyor. "

- Askerlerden biri çok sevdiği karısıyla geçen mutlu anlarını, eşinin salıncakta sallandığı, açık pencereden giren hafif rüzgarla sallanan tüllerin süslediği odalarında birbirlerine sevgiyle sarıldıkları günleri hatırlar...

İç ses: "Aşk... Acaba nereden geliyor? Bizim içimizdeki bu ateşi kim yaktı? Hiçbir savaş onu söndüremez. Onu ele geçiremez. Ben bir mahkumdum. Sen beni serbest bıraktın."

- Kahramanımız bu kez üniformalı ve silahlı olarak uğradığı yerli köyünde o eski sıcaklığı bulamaz, zira insanlar artık ondan korkmaktadırlar. Birlikte söyledikleri şarkılar geçmişte silikleşmiştir artık...

İç ses: "Biz bir aileydik, ama ayrılmak zorunda kalmıştık. Ve şimdi de birbirimize düştük. Her birimiz diğerinin ışığında duruyor. Bize verilen iyiliği nasıl kaybettik, gitmesine nasıl izin verdik? Nasıl onu dikkatsizce harcadık? Bizi uzanıp iyiliğe ulaşmaktan ne alıkoyuyor?"

İç ses: "İnsan ölen bir kuşa bakar ve anlamsız bir acıdan başka hiçbir şey görmez. Ama son sözü hep ölüm söyler. Ona gülüyordur.
Başka biri o kuşu görür ve... güzelliği hisseder. İçinde bir şeyin gülümsediğini hisseder."
Cepheden ayrılıp eve dönmekte olan asker, teknenin pervanesiyle köpüren denizde geriye doğru, yüzlerce insanın olduğu Guadalcanal cephesini oluşturan Pasifik adalarına acı dolu gözlerle bakar.

İç ses: "Beraber olduğumuz yer neresiydi? Birlikte yaşadığım insanlar kimdi? Beraber yürüdüğüm... Kardeşim... Dostum... Karanlıktan ışığa... Nefretten sevgiye... Bunların hepsi aynı aklın ürünü mü? Aynı yüzün yansımaları mı?
Ey ruhum, bırak da şimdi içinde olayım.
Dünyaya benim gözlerimden bak...
Ve yaptığın şeyleri gör.
Herşey parlıyor."

Hayata iyi bakın

Blueman

06.07.2004

* Ağustos'da Rapsodi

Ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın "Ağustos'da Rapsodi" adlı filminin bir sahnesinde, kocası 9 Ağustos 1945 Nagasaki atom bombası saldırısı sırasında ölmüş olan çok yaşlı bir Japon kadınına, yine aynı gün ve aynı sebeple kocasını kaybeden aynı yaşlardaki bir arkadaşı ziyarete gelir. İki kadın zaman zaman biraraya gelmekte ve birbirlerini saygıyla selamladıktan sonra geleneksel kıyafetleri içinde karşılıklı yere cömelip, dakikalarca, hatta bazen saatlerce karşılıklı suskun bir şekilde oturmaktadırlar. Sonra yine saygıyla selamlaşıp, bu güzel birliktelik için birbirlerine minnetlerini sunar ve ayrılırlar. Tüm ziyaret boyunca tek kelime konuşmamışlardır. Sadece birarada bulunmuş, birlikte nefes almış, belki de sıkıntılarını birlikte atmış, esen rüzgarı birlikte hissetmiş, kuş seslerini birlikte dinlemişlerdir. Nice acılara tanıklık etmiş gözleri bir dost görünce huzur bulmuş, nice gerilimler yüklenmiş bedenler birbirine dokununca sakinliğe ulaşmıştır.



Bilemiyorum, ben de anlamaya çalışıyorum.
Zaten çok hızlı bir teknoloji çağında yaşayan, kendimizce çok önemli işlerimiz nedeniyle ailelerimize, dostlarımıza asla yeterince zamanı ayıramayan, biraraya gelip de karşılıklı iki laf etme fırsatı bulunca da bu süreyi kendimizi, yaptıklarımızı, ettiklerimizi, işlerimizi, çocuklarımızı, hastalıklarımızı, türlü türlü dertlerimizi anlatmak ve bir şekilde deşarj olmak için kullanmaya çalışan çoğunluğumuz için böylesine bir arkadaşlık ve paylaşım şekli çok anlaşılmaz olmalı değil mi?

Hayata iyi bakın

Blueman

05.07.2004

22.10.07

* Temmuz dolunayı ve Shibumi

Temmuz dolunayıyla gelen ılık, hafif esintili bir gecede, denize doğru uzanmış bir mendirek üzerinde, hafif rüzgarla dalgalanan bir çarşaf gibi görünen denize ayaklarımı uzatmış ve pırıl pırıl mehtaba gözlerimi büyülenmiş gibi dikmişken sanki “shibumi”nın nasıl bir şey olabileceğini ve Japon kültürünün, böylesi bir kavramı doğanın içinden nasıl da süzdüklerini anlar gibi oldum.
Trevanian’ın "Shibumi" adlı kitabının kahramanı Nicholai, kendisini büyüten General’in yönlendirmesiyle Otake-san adında usta bir Go oyuncusunun yanına gidecek ve artık orada yaşayacaktır.
“General gülümsedi. “Belki dostumun konuşma üslubunu zaman zaman şaşırtıcı bulabilirsin. Hangi konudan konuşursa konuşsun hep Go oyununun deyimleri ile konuşur. Onun gözünde hayat, Go’nun basitleştirilmiş şeklidir.”
“Galiba onu seveceğim efendim.”
“Bundan eminim. Çok saygı duyduğum bir kimsedir. Onda öyle bir nitelik var ki... nasıl ifade edeyim bilmiyorum... shibumi var.”
“Shibumi mi efendim? Nicholai bu terimi biliyordu, ama yalnızca bahçelerin düzenlenmesine, mimariye ilişkin anlamıyla biliyordu. Azımsanan alçak gönüllü güzellik anlamıyla. “Bu kelimeyi hangi anlamda kullanıyorsunuz efendim?”
“Herhalde belirsiz bir anlamda, üstelik yanlış olarak kullanıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Anlatılamayacak bir niteliği tarif etme çabası. Bildiğin gibi shibumi sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır. Söyle düşün. O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok. O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. Shibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçak gönüllülük demek. Sanatta shibumi zarif bir basitliği ifade eder. Buna “sabi” denir. Felsefedeyse kendini “wabi” olarak gösterir. Büyük bir ruhsal rahatlıktır, ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse... nasıl söylemeli... Hakimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey.”
“İnsan shibumi’yi elde etmez. Ancak onu... keşfeder. Bunu yapabilen pek az sayıda üstün nitelikli insan vardır. Dostum Otake-san gibi.”
“Yani insan shibumi düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?”
“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek.”
O andan itibaren Nicholai’nin hayattaki en büyük amacı shibumi düzeyinde bir insan olmaktı.”

O gece dolunay da ifade dolu bir sessizlik içinde öylesine güzeldi ki bunu kanıtlamasına gerek yoktu. Hakimiyet peşinde olmayan bir otoriteydi.

“Shibumi”yi bulabilmek ve doyasıya yaşamak dileklerimle...

Hayata iyi bakın

Blueman

01.07.2004

* Mayıs dolunayı

Her dolunay gecesi, bir öncekinin üzerinden 28 gün geçmiş olduğunu da hatırlatır biraz... Bir deniz kıyısında veya doğanın kucağında bir yerlerde dolunay ışığının hafif aydınlığı ile gizemlenen ortamda o anın güzelliği yaşanırken, bazen geçmiş dolunayların üzerinden geçen zamanın ağırlığını da hisseder insan... Ve dolunayın loş ışığıyla aydınlattığı hayal dünyamızın ve ruhumuzun pırıl pırıl ışıkları arasında yaptığımız büyülü yolculuktan sıyrılıp, şehrin daha parlak ışıkları ile aydınlanmasına rağmen daha yavan olan gündelik yaşamımıza dönerken gelecek dolunayları görme umudu doldurur yine içimizi... Umut ve hayaller hiç ölmez... Ve devam eder yaşam...


“Dolaşıp araştırmayı bırakmayacağız
Ve bütün dolaşmalarımızın en sonu
Başladığımız yere dönmek olacak
Ve bu yerin ilk kez farkına varmak”


T.S. Elliot


Not: Bu gece ay 21:48’den itibaren dünyanın gölgesine girmeye, dolayısı ile yavaş yavaş kızıllaşmaya başlayacak ve 22:52’den itibaren ay tutulması yaşanacak.

Hayata iyi bakın

Blueman


04.05.2004

* Simurg

"Tarkovski, insanoğlunun evreni anlamaya çalışmaktan önce, kendisine dönmesi, kendi iç benliğinin sırlarını çözmesi gerektiğini savunur filmlerinde. Ona göre insanın yapabileceği tek yolculuk, kendisine doğru olandır. Bu nedenle filmlerinin öyküleri Simurg Efsanesi ile çoğu kez paralellikler taşır. İşte bilmeyenler için Simurg’un anlamı...


Bir masal kuşudur Simurg. Güzel sesi, görkemli görünüşü, safran rengi tüyleri ile Kaf Dağı’nın ardında yaşayan, kuşların sultanıdır. Efsaneye göre, kuşlar sultanlarına ulaşmak için toplanıp yola çıkarlar. Kaf Dağı umduklarından çok daha uzaktadır. Önce Aşk Denizi’ni, ardından Ayrılık Vadisi’ni geçerler, Hırs Ovası’nı aşıp, Kıskançlık Gölü’nun üzerinden uçarlar. Kuşların bir kısmı Aşk Denizi’ne dalar, bazıları Ayrılık Vadisı’ni geçerken güçsüz düşer, kimileri Hırs Ovası’nda yere çakılır, birkaçı ise Kıskançlık Gölü’nde sulara gömülür... Yolculuk bittiğinde Kaf Dağı’na sadece otuz kuş ulaşmayı başarmıştır. Ancak Simurg’dan eser yoktur. Sonunda sözcüklerde gizli olan sırrı çözerler. Farsça’da “si”, otuz demektir, “murg” ise kuş... Yani otuz kuş... Anlaşılır ki, Simurg kendileridir. Yani bu zorlu yolculuğu aşabilen otuz kuş... Ve tek gerçek yolculuk, kişinin kendi benliğine doğru yaptığı yolculuktur..."

Sinema Dergisi Mart 2004 sayısından alıntı

Sabahları gözlerimizi açtığımız her yeni gün boyunca ve nefes aldığımız her an bu yolculuğun farkında olduğumuz ve keyfini çıkartabildiğimiz bir hayat dilerim.

Hayata iyi bakın

Blueman

21.04.2004

* Baharın Ilk Sabahları

Baharın İlk Sabahları

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: "Sıkıntılar duradursun!"
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.

Orhan Veli Kanık

Hayata iyi bakın

Blueman

29.02.2004

* Re: Çalışmama Keyfi

Özellikle ilk maddede geçen "hikaye anlatmanın... iş kadar hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum" kısmına en güzel örnek olarak, yakında sinemalarda gösterime girecek Tim Burton'ın son filmi "Big Fish"i görmeni tavsiye ederim. Hayalgücü ve insanlara sevgiyle, olumlu ve rahat yaklaşmanın, hayatı (ve ölümü) ne denli güzelleştirdiğini bir kez daha hatırlayacaksın...

Hayata iyi bakın

Blueman

28.02.2004

* Çalışmama Keyfi

"Ernie j. Zelinski'nin "Çalışmama Keyfi" (The Joy of Not Working) isimli kitabı Türkçe hariç 14 dile çevrildi. Kitap bir taraftan insanın sevdiği işi yaparsa başarılı olacağını, bir taraftan da verimli çalışabilmek için dinlenmenin ne denli önemli olduğunu anlatıyor...
Kitaptan bazı ilginç alıntılar şöyle:
* Babam bana çalışmayı fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum.
* Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur.
* Çok çalışmaktansa, çok çalışan birinin arkadaşı olmayı yeğlerim.
* Bu dünyada iki trajedi var.Biri istediğini elde edememek, diğeri de elde etmektir.
* Gereğinden çok çalışmanın karşılığını ilerde bir gün alabilirsiniz, ama dinlenmenin karşılığını hemen alırsınız.
* Çoğu insan yılda bir-iki kez düşünür. Ben uluslararası şöhretimi haftada bir-iki kez düşünme ve dinlenmeye vakit ayırma sayesinde yaptım.
* Kalitenizin ölçüsü boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür.
* Doga, bize fazla aceleci olmanın bir işe yaramayacağı gerçeğini ölümle anlatmıştır.
* Peynir meynir peşinde değilim, tuzağa yakalanmayayım yeter.
* İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir.
* İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur.
* Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektir.
* Bitap bırakan günlük yaşam,ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir.
* Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.
* Hayat birçok engelle doludur, en büyüğü de kendinizsinizdir.
* İnsan ihtiyaçlarının değil, arzularının esiridir.
* Televizyonu çok eğitici buluyorum, ne zaman birisi televizyonu açsa yandaki odaya gider ve kitap okurum.
* Yapacak başka işi olmayan insan, kaleme sarılır.
* Birisi paranın her kapıyı açtığını söylüyorsa, parası yok demektir.
* Bugünün işini yarına bırak.
* İyi bir dinlenme, iyi bir işin yarısıdır."

Tabii ki "işleyen demir ışıldar", ama hayatımızı sürdürmek için kazanmak zorunda olduğumuz para için ruhlarımızı köreltmeye, özümüzden uzaklaşmaya veya güzelliklerle dolu hayata boş gözlerle bakmaya başladığımız noktayı da görebildiğimiz ve "denge"yi koruyabildiğimiz bir hayat dilerim.

Hayata iyi bakın

Blueman

28.02.2004

* Şubat dolunayı ve denize özlem

Sabah güneşinin ışıltıları ve engin maviliğinle yaptığın sessiz ama karşı konulamaz davetin, derinliklerindeki muhteşem güzellikler ile birlikte bizleri de bağrına bastığın, bir deniz feneri ışığının düzenli aralıklarla göz kırpmaya başladığı o hüzünlü akşam vakti, Şubat dolunayının ışıltısı ile kırpışan dalgalarınla bizi evimize uğurladığın için...

Sağol...

Hayata iyi bakın

Blueman

07.02.2004

* Uyanabilsek

Son zamanlarda maddiyat, pop, magazin, cehalet, vahşet, hırsızlık, dolandırıcılık, körü körüne inanç, batıl, sevgisizlik, şan şöhret gibi kavramların, esas değerli olması gereken kavramları gölgede bırakmak bir yana, artık ezip yok etmeye, değersiz kılmaya başladığı bir girdabın içine doğru sürüklendiğimizi hissediyorum...
Okuduğum bazı kaynaklarda insanlığın dünya genelinde bir düşüş içinde olduğu ve uyanış, aydınlanma vaktinin geleceği o dibe vuruşun gerçekleşmesine az kaldığı belirtiliyor. Bu inanışlardan haberdar olmam, benim hayatı bu açıdan değerlendirmeme ve örneklerle bu inanışın doğru olup olamayacağını sorgulamama neden oluyor. Ve bu inanışları doğrulayan o kadar çok örnek var ki ortada...
Aşağıdaki örnek, beni kalbimden vuran çarpıcı bir örnek olarak, paylaşma isteği yarattı.
Ne ekonomi, ne din, ne siyaset... En önemli eksiğimiz eğitim ve öğretim... Giderek kaybolan değerlerimiz... Kendi kültürümüze has olanlar ve insanlığımıza dair olanlar...
Keşke bu ülkenin muktedir insanları artık uyanışa geçebilse, silkinip ayağa kalkabilse ve ülkenin yoksullarına, okuyamayanlarına, okullarda ayakları üşüyenlerine, bir okulda okuma şansına ya da bir başka kurtuluş şansına erişmesine rağmen uyuşturucu batağına sürüklenenine, bir okuldan mezun olmasına rağmen "gerçekte neyin değerli" olduğunu kavrayamayanına da bir el uzatabilse ve hep birlikte artık "uyanabilsek"...

Hayata iyi bakın

Blueman

“Ağrı'daki o harabe okulda öğrencilerini kurtarmak uğruna yanan yirmili yaşlardaki iki genç kadın öğretmenin haberleri medyada ilgi görmedi.
Ne katil popstar yarışmacısı kadar...
Ne Hülya Avşar'ın yırtmacı kadar...
Ne taş fırın erkeğinin bıyıkları kadar...
O okulu bir televizyon kanalında, arka sıralardaki haberde gördüm. Daha çok bir ağılı andırıyordu. Sıvası dökülmüş duvarlar, tahta bir kapı, camsız pencereler, akan bir tavan, sefil-perişan bir geleneksel küçük Anadolu okulu. Liberaller özel okullara-kolejlere önem verdikleri için, gelen dinciler tarikat okulları ve Kuran kurslarına yöneldikleri için, hiçbir zaman sahip bulamamış bir zavallı okul. Öyle okullarda okudum, ders sırasında soğuktan sızlamaya başlayan ayak parmaklarını ben bilirim. Çocuklar üşümemek için sobayı yakmaya kalktılar, soba patladı. İki öğretmen Aysun ile Burçin, çocuklar yanmasın diye sobayı dışarı atmak üzere kucakladılar ve yandılar. Önceki gün Burçin öğretmen hastanede öldü, bu yazı yazıldığı sırada Aysun öğretmen ölüme direniyordu.
Böyle bir sıradan (!) olay. Çocuklarınız koleje, bakımlı okullara gidebilir. Yine de soğuk bir bakımsız sınıfı... Orada ayak parmakları soğuktan sızlayan çocukları... Ve bir gün çocuklar yanmasın diye sobayı kucaklayacak kadar yüreğinde görev sevdası, analık duygusu ve en çok da yiğitlik olan o genç öğretmenleri eminim hissettiniz. Duyarlı bir ülkede olsaydı onlar "ulusal kahraman" ilan edilir, niçin yandıkları tartışılırdı. Ne yapacaksınız ki, değerlerini-duygularını ve kendini yitirmiş bir ülkede bu söz konusu değil.
Bunun hesabını gelmiş geçmis, o otuz yıla damgasını vuranlardan, o dört yol çatına anıtmezarı yapılanlardan, o tarikat kolejlerine umut bağlayanlardan sormak bir yana...
İki öğretmen, topuğundan vurulan o İstanbul züppesi kadar bile yer almadı medyada.
Ne kim kimi becerdi haberleri kadar...
Ne yılbaşında en iyi nerede zıplanır haberleri kadar...
Çocukların ayak parmakları kadar sızlamıyor yürekleri...

CAN DÜNDAR

13.01.2004

* 2004'ün ilk dolunayı


İçinden deniz geçen bir şehirde yaşamak böyle anlarda daha da bir değerli oluyor...
Koyu mavi suları durgundu bu sabah o derinliklerin...
Çatıları hâlâ bembeyaz karla kaplı evlerden ve yıllara meydan okuyan saraylardan sarı ışıklar yansıyordu suyun yüzüne...
Beyaz kar örtüsü altında şehir daha bir sakin görünüyordu...
Gözlerinde hala sıcak yataklarından kalkmamışlar gibi bir ifadeyle işlerine gitmek için kendilerini sokaklara atan insanlar bile bu sabah daha bir sakin ve telaşsızdılar...
Doğu ufku, yavaş yavaş sarının tonlarına boyanırken, batı ufkuna yakın yerlerde gökyüzü harika bir gece mavisine bürünmüştü...
Ve o gece mavisi sonsuzluğun içinde, güneşin egemenliğine boyun eğerek geri çekilmekte olan, yavaş yavaş sarararak batı ufkunda batmaya yüz tutan dolunay, gizemli, güzel ve mağrurdu hala...
Uykulu gözlerimdeki parıltısı, 2004'e girerken kalbimde hissettiğim en belirgin duygu olan "umut"u destekliyordu sanki...
Ve o anda, böyle güzelliklerle de dolu olan bir şehirde yaşamaktan, hâlâ bunları görüyor ve hissedebiliyor olmaktan dolayı hissettiğim, içimde giderek büyüyen şükran ve minnet duygusu, yüzüme bir gülümseme olarak yansıdı...

Hayata iyi bakın

Blueman

08.01.2004