23.10.07

* Bir Istanbul Gezintisinden Notlar

Harika şehrimiz İstanbul’un yazdan kalma bir gün yaşadığı bir sonbahar gününde şehrin bağrına atmıştık kendimizi. Kadıköy’den, martıların kovaladığı bir vapurla geçtiğimiz Eminönü, belediyece uzaklaştırılan seyyar satıcıların ve teknede balık ekmek satanların yokluğunda daha bir tenha gözüküyordu göze. Yine de etini koparmışlar gibi çığlık çığlığa birkaç seyyar satıcı, yaya alt geçidinin tavuk döner, lahmacun ve ter kokularıyla yoğunlaşmış havası, köprüde yanyana dizilmiş balık oltalarının ucunda türlü hallerde insanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, yaya geçidi olsun olmasın yollarda gezinen, koşturan onlarca insan, Eminönü meydanının vefakar ve cefakar güvercinleri, geçen haftaki 8 trilyonluk loto hayalleri suya düşenlerin, artık 1,5 trilyona tenezzül etmeyip uzun sıralar oluşturmadıkları Nimet abla gişesi gibi bileşenlerden oluşan hareketli tablonun içinden geçip Tahtakale’de iğne atsan yeryüzüne ulaşmayacak kalabalıkla kucaklaşmıştık. İnsanın arada sırada yaşaması gereken bir duygu bu sanki... İnsan kendini garip bir güvende ya da ne bileyim bir şeylere aitmiş gibi hissediyor... Kocaman, kalabalık bir şeye... Tabii hırsıza, uğursuza karşı da çok dikkatli olmak kaydıyla.

İncik boncuk almak için girdiğimiz bir dükkanda tam 18 adet boncuklu bilezik alan karısına Fransızca “Koleksiyon mu yapacaksın?” diye seslenen esmer, göbeği yarım metre ötedeki tezgaha değen adam, kasanın yanında dikilen gence kolundaki saati göstererek “Ne o hemşerim gözün saatte kaldı bakıyorum” diye seslenir. “Bu saat burada kaç para biliyon mu sen?” ile başlayan muhabbet, sonraki beş dakika boyunca saatin burada ve adamın yaşadığı ve bir şirket sahibi olduğu İsviçre’de ne kadar ettiğinin (8 bin dolar) hesaplanması ile geçer. Karısına yine Fransızca “Al oradan iki tane daha da 20 etsin barı” diyen adam cebinden çıkardığı tomarla paradan iki yirmilik atar tezgaha... O zamana dek adamla muhatap dahi olmayan kasada oturan beyaz saçlı temiz giyimli yaşlıca adam ardından burun kıvırır bu başarılı işadamımızın...

Tahtakale’deki kalabalığın arasında yürürken bir an için oluşan boşlukta, esmer, bıyıklı, göbekli ve gömleğinin yakası göbeğine kadar açık bir adam, serçe parmağı kalkık şekilde kulağına tuttuğu minnacık cep telefonunda, karşı taraftaki adama “bak ebe..... .mi.. ...tiğiminin evladı” şeklindeki bir hitabı yumuşacık bir ses tonuyla söyleyerek geçer yanımızdan...

Gülmemiz geçtikten sonra köşedeki kelek kavun satıcısından aldığım ve bütün gün elimde dolaştıracağım minik keleğime kavuşurum. “Salatalık gibi tadı var, ver keseyim abi” der satıcı, ama o o kadar sempatik ki nasıl kestiririm onu. Tahtakale’de artık seyyar satıcılar küçük tezgahlarını da bırakmış, onun yerine sattıkları ürünlerin fotoğraflarının yapıştırıldığı kartonları tutmaktadırlar ellerinde.

Mısır Çarşısı’nın kapısından girer girmez sağ taraftaki aktardan badem ve fındık alırken, içerdeki bir genç, bana kuruyemişleri veren gence “Seni anlamıyorum abi, seni anlamak rüzgarlı bir havada kibritle sigara yakmaktan daha zor” der.

1901’de Rum kökenli Pandeli’nin kendi adıyla açtığı ve şimdiki yerine (Mısır Çarşısı’nın Eminönü kapısının üstü) 1956’da taşınan restoranın çarşı manzaralı masalarından birinde patlıcanın içine yedirildiği ve üzerine bir dilim döner yatırılarak servis edilen börek ağzımızda erir. Ta o zamanlardan beri işletmede çalışan Cemal bey burada yemek yemeye gelen Celal Bayar’ın fotoğrafını gösterir gururla.

Kapalıçarsı’da Deli Kızın Yeri’ne kısa bir ziyaret ve hemen karşısındaki ufacık kahvecide birer yorgunluk kahvesi... Fes Kafe’nin kapılarında sallanan, renkli parlak mikalardan yapılmış şık sineklikleri oluşturan parçalardan sadece bir tanesinin 180 Milyon TL. olduğunu öğreniriz.

Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkıp sola döndüğünüzde yüz metre ilerideki Subaşı esnaf lokantası ise geçen sene en iyi 10 ev yemeği mekanının birincisi seçilmiştir bir gazetenin oluşturduğu bir gurme heyeti tarafından. Fazla aç olmadığımızdan ısmarladığımız buz gibi elma kompostosu, içindeki birer dilim muz ve kivi, bir parça portakal ve nar taneleri ile çok iyi gelir. 1959 yılından beri hizmet veren lokantanın sahibi Veysel bey 1991’de vefat etmiş ve ilk zamanlardan beri yanında çalışan beyefendi hala işletmenin başındadır...

Mahmutpaşa’daki Vakko’da bir eşarp için uzun süre beklediğimiz kasa kuyruğunda elimdeki açık ve koyu yeşil çizgili kelek kavunumu elden ele atarken yere düşürürüm birden. Bayanların ayakları arasından ta kasanın önüne kadar giden kavunuma ulaşmanın yollarını ararken, biraz geride bekleyen bir adam “Hanım bir izin ver de adam topunu alsın” der Allah razı olsun.

Mahmutpaşa’nın çılgın kalabalığı arasından devam eden yürüyüş Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bahçesinde, birer Türk kahvesi eşliğinde içilen nargilenin hoş kokulu dumanları arasında mola alır. Divanın üzerinde iki kişinin arasında yavru bir sokak kedisi derin bir uykudadır.

Galata Köprüsü’nün altında insanlar gün batımına karşı biralarını yudumlamakta, balıkların tadını çıkarmaktadırlar. Bu arada yukarıdan sallandırılan oltalardan birinin ucunda bir balık daha çırpınarak yukarı çekilmektedir.

Karaköy Güllüoğlu talep olmadığı için, artık harcında ve şerbetinde ceviz, damla sakızı, zencefil, çörekotu, hindistancevizi, kakule, karafıl suyu, kişniş, safran, salep, tarçın ve portakal kabuğu olan Hekimbaşı baklavası çıkarmamaktadır. Onun yerine çikolatalıyı denersin sen de...

Karaköy’den kalkan vapur Haydarpaşa iskelesine uğramak için pervanelerini durdurduğunda, iskelenin karşısındaki mendireğin üzerinde tek sıra şeklinde dizilmiş yüzlerce karabataktan birinin kurutmak için açtığı kanatlarının arasından batar güneş bir kez daha İstanbul’da. Vapur, yeniden çalışmaya başlayan pervanelerin kabarttığı suları ardında bırakarak ilerlemeye başlarken, gözüm karayla bağlantısı olmayan mendireğin duvarı üzerinde yanyana dizilmiş martı ve karabatakları umursamaz şekilde külhanbeyi tavırlarla yürüyen bir kediye takılır. Artık rahatsızlık vereceği kadar yaklaştığı kuşlar birer birer duvarın üzerinden hemen aşağıdaki kayaların üzerine atlarlarken istifini hiç bozmadan ilerleyen kedinin oraya nasıl ulaştığı sorusu kafama takılmışken, vapur Kadıköy iskelesine yandan şöyle bir yaslar vücudunu cilveyle...

Akşam karanlığı çökerken şehre Kadıköy’de bir “eve dönme” telaşıdır gitmektedir...

Hayata iyi bakın

Blueman

27.09.2004

3 yorum:

Sld dedi ki...

Koray'cım
daha öncede inanılmaz keyif alarak okuduğum yazını emin ol sanki yeni okuyormuşum tadında tekrar okudum.
Fotoğraflarla mükemmel ahenk oluşturmuşsun.
Selda G.

Adsız dedi ki...

Koray Abi,
iyi bir gözlemci ve araştırmacı olduğunu yazılarınla pekiştirmen çok hoş olmuş doğrusu.Yazılarının devamını takip etmeyi çok isterim.Saygılarımla. Ruhi Karagöz

Adsız dedi ki...

istanbul hakkinda okudugum her yazindan sonra ,"ben de istanbula geldigimde korayin yaptiklarini yapacagim" diyip ajandama not aliyorum. ama o kadar az zaman oluyor ki hala yapamadigim bir suru sey var. simdi gene not aldim. bir dahaki gelisimde kesin pandeli'de o boregi yiyecegim. bir de demin bir sey farkettim koray, sitendeki konu basliklari ve linkler norvecce olarak yaziyor burda. her ulkenin aginda o ulkenin dili kullaniliyor demek ki.
kendine iyi bak
sevgiler
deniz alan held