1.12.06

* Filmlerdeki Hayat – 17

Aşağıdaki yazı “Cinema Paradiso” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Yaptığımız işi seviyor muyuz? Ya da sevdiğimiz işleri mi yapıyoruz?

Guiseppe Tornatore’nin “Cinema Paradiso” adlı filminde küçük bir İtalyan kasabasındaki Paradiso Sineması’nın, yaptığı işe tutku ile bağlı olan makinisti (Alfredo) ve küçük yaşta bir sinemanın makine dairesinin tozunu yutarak o büyüye kendini kaptıran sevimli bir çocuğun (Toto) arkadaşlıkları etrafında o sinemanın insanları nasıl biraraya getirdiği ve onlara nasıl da mutluluk, hüzün veya yaşama sevinci verdiği, hayatlarını nasıl da aydınlattığı anlatılır.

Makinist bir gün Toto’ya bu işin çok zahmetli, nankör bir iş olduğundan bahsederken, çocuğun “Peki sen bu işi neden yapıyorsun?” sorusu üzerine “Salondaki insanların gülmeleri hoşuma gidiyor, sanki onları ben güldürüyormuşum gibi...” diye karşılık verir. Bunca zahmete sırf bu duygu için katlanmaktadır sanki. Buna rağmen Toto’yu olabildiğince bu işten uzak tutmaya çalışır, ama başaramaz, çocuk o tozu yutmuştur bir kere... İnsanların o sinema salonunu hınca hınç doldurmaları ve filmleri izleyiş biçimleri de unutulmazdır. Kucağında bebeğiyle salona gelip film seyrederken bebeğini emziren anneler, sigaralarını tüttürenler, bir yandan atıştıranlar, yerlerde oturan çocuklar, karanlıktan istifade edip sevişen gençler, film oynarken salona girenler, çıkanlar, balkonda hep aynı yere oturup, fırsatını bulduğunda aşağıdakilere doğru okkalı bir tüküük savuran adam, filmleri daha gösterime girmeden önce tek başına izleyerek ve her öpüşme sahnesinde elindeki çıngırağı sallayarak o sahnenin kesilmesini isteyen kasabanın tek kişilik sansür kurulu olan papaz, acıklı sahnelerde hüngür hüngür ağlayan, her diyaloğu ezbere bilen ve filmdeki karakterlerden önce yüksek sesle konuşmaları mırıldanan adam gibi unutulmaz tipler hep o sinemanın salonunda izlerler küçük dünyaları dışındaki hayatın akışını ve hayata dair her türlü duyguyu... Ne o sinema salonu bizimkilere, ne de filmleri izleyiş tarzımız o insanlarınkine benzemektedir. Sanki orası o kasabanın ve kasaba insanlarının hayatlarının merkezidir. Yıllar boyu pek çok şeye tanıklık eder o sinema. O mekanın bir ruhu vardır sanki; duvarlarına sinen kahkahalar, koltuklarına işlemiş gözyaşları ve her santimetrekaresine yerleşmiş bir insan sıcaklığıdır orayı bunca anlamlı kılan şeyler... Sonunda zaman karşı direnemeyerek yerine otopark yapılmak üzere yıkıldığında, o otoparka arabalarını park eden insanların, o sinemada bir film seyredip içlerinde sonsuz bir coşku duyan, kendilerini kahramanların yerine koyup hayallere dalan, hüzünlenip gözyaşlarına hakim olamayan, çok sevdiği ama bunu dile getiremediği kişiye, izlediği bir film sonrası koşan ve “Seni seviyorum” diyebilen, eski bir anıyı, bir sevgiliyi, annesini, babasını, sevdiklerini hatırlayan, bazen “Keşke...”, bazen de “İyi ki...” diyen veya en azından iki saat kadar da olsa günlük yaşamın ağır yükünü omuzlarından biraz olsun alan bir filmle bambaşka dünyalara giden insanlarla aynı şeyleri mi hissedeceklerini veya otoparkın sinemadan daha elzem bir ihtiyaç mı olduğunu düşünmez hiçkimse... Mekanları değerli kılan, onlara ruh katan insan sıcaklığıdır. Tıpkı yeni gösterime giren “You’ve Got Mail” filmindeki, köşedeki küçük, çocuk kitapları dükkanı gibi...

Alfredo, hep Toto’nun daha başarılı olabileceği ve para kazanabileceği işler yapması için büyük şehre gitmesini, kendisi gibi o küçük kasabaya mahkum olmamasını istemiştir. Ve bir gün Toto Roma’ya giderken ona unutulmaz bir tavsiyede bulunur:
- Sakın buraya bir daha dönme ve arkana bakma. Ve ne yaparsan yap sevdiğin bir işi yap.
Belki de bu sevdiğimiz bir kişiye verebileceğimiz en güzel tavsiyedir: “Ne olursa olsun sevdiğin bir işi yap...”

İçimizde gerçekten şanslı olan veya gerçekten ne istediğini bilen o mutlu azınlık dışında belki de hepimizin arada sırada düşünüp de mutsuz olduğu bir konudur bu “sevdiği işi yapmak” konusu.

Yaptığımız işi seviyor muyuz? Ya da sevdiğimiz işleri mi yapıyoruz?

Doğadan yalıtılmış, insan ilişkilerinin giderek yozlaştığı, iç karartan ofis ortamlarında bilgisayar karşısında dirsek çürüterek bir ömrü harcamakta olanlar, üç beş kuruş memur maaşını hak edebilmek için amirlerinin ağız kokusunu çekmek zorunda kalan ve bunun yarattığı baskı ile astlarının tepesine binen veya akşam eve gittiğinde eşine patlayanlar, günde birbirinden farklı yaklaşık bin kişiyle yüzyüze gelen ve binbir türlü stres kaynağıyla dolu trafikte mücadele veren, yüzleri her daim asık olan şöförler gibi pek çok örneğini sayabileceğimiz bir “mutsuz insanlar” ordusuyuz biz... Yaptıkları işi sevmeyen veya sevdikleri işi yapamayan mutsuz insanlar...

Onca zahmetine rağmen salondaki insaların kahkahalarıyla mutlu olabilen Alfredo’nun yerinde olmak istemez miydiniz? Ya da köşedeki küçük, çocuk kitapları dükkanında, belli günlerde çocukları bir okuma organizasyonunda toplayıp, onlara bir kitap okuyarak, gizliden gizliye kitapları ve dolayısıyla hayatı sevdirmek gibi yüce bir felsefesi olan o kadının yerinde olmak gibi bir şey, sizi şu anda yaptığınız işten daha fazla mutlu etmez miydi?

Yaptığı işi gerçekten severek ve içine sindirerek, bunun sonucunda da hakkını vererek yapan şöförler, şu trafik keşmekeşini biraz olsun ortadan kaldırmaz mıydı? Yaptığı işi seven sağlık personeli, hastaların iyileşmelerini belki daha da çabuklaştırmaz mıydı? Ya da yaptığı işe aşık olan bir öğretmen daha sağlıklı nesiller yetişmesini sağlamaz mıydı? Yaptıkları işin insani yönünü ve felsefesini her zaman hatırlayan ve görev aşkı ile, insan sevgisi ile çalışan bir polis toplumun gerçekten de güvencesi olmaz mıydı?
Belki hepimiz bir an durup kendimize sormalıyız: “Benim gerçekten yapmak istediğim ne ve bunu neden istiyorum?” Bu “neden?” sorusunun cevabı para, mevki, bir ev, daha iyi bir araba veya şan, şöhret dışında daha insanca ve sağlam bir “felsefe”ye dayansaydı daha yaşanır bir dünya olurdu bu dünya...

Hayata iyi bak

Blueman

31.01.1999

Hiç yorum yok: