1.12.06

* Filmlerdeki Hayat – 20

Aşağıdaki yazı “Dead Poets Society” filminin hissettirdiklerini paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Filmi henüz seyretmemiş olanlar okumayabilirler.

Peter Weir’in “Dead Poets Society” filminde, çok disiplinli, köklü ve geleneklere bağlılığıyla ün yapmış bir kolejde göreve yeni başlayan ve Robin Williams’ın canlandırdığı İngilizce öğretmeninin öğrencilerini şiirin büyülü dünyasıyla tanıştırması, bu tema etrafında ise belki de filmin izleyenlere esas vermek istediği “Carpe Diem / Seize the day (Günü Yakala)” mesajı ile gerçekten istenirse bu basit cümlenin hayatları nasıl da değiştirebileceği anlatılır. Daha ilk derste öğrencilerini okulda daha önce çeşitli alanlarda başarı göstermiş ve kupalar kazanmış olan eski öğrencilerin siyah beyaz yıllanmış fotoğraflarının ve kupaların sergilendiği camekanın bulunduğu koridorda toplayan ve onlara o fotoğraflardaki heyecan dolu, geleceğe ümitle bakan, sanki hiç ölmeyeceklermişcesine enerji dolu genç insanları gösterip, “Sizden hiç farkları yok, ama şu anda kırlardaki nergislere gübre oldular” diyerek, ölümlü her insanın sonunda solucanlara yem olacağını hatırlatan İngilizce öğretmeni şu şiiri okutur içlerinden birine:

Ey gül tomurcukları
Hala vakit varken biraraya gelin,
Zaman uçup gidiyor
Bugün gülen çiçek
Yarın ölüyor

Ve bu arada herbiri bu dünyadan göçüp gitmiş o enerji dolu genç insanlar siyah beyaz fotoğraflardan onlara fısıldar gibidirler:

“Carpe Diem”

Öğretmen hayatın sürekliliği için gerekli olan tıp, hukuk, mühendislik okuma, işte başarılı olma, çok para kazanma gibi amaçlardan bahseder ve şunu ekler: “Ama hayatın asıl amacı güzellik, romantizm, sevgi gibi değerlerdir” Ardından okunan şu şiirle o anlamlı soru gelir:

Bir yaşam ki tekrarlanan olaylar sürüyor
İnançsızlar treninin ardı arkası kesilmiyor
Kentler aptallarla dolup taşıyor
Bu yaşamda benim ne yararım var

Önemli olan yaşıyor olman, yaşamın sürmesi ve bir kişiliğin var olması...
Güçlü oyunun devam etmesi ve bir mısra yazabilme ihtimalin...
Peki senin yazacağın mısra ne olurdu?

Ölü Ozanlar Derneği şiirden çok zevk alan bir grup öğrencinin eski bir kızılderili mağarasında biraraya gelerek sırayla şiirler okumaları ve şiir sayesinde güzellik, romantizm ve sevgi gibi değerleri paylaşmalarını amaçlayan bir topluluktur ve her toplantıdan önce Henry David Thoreau’nun şu dizeleri okunarak açılış yapılır:

I went to the woods because I wanted to live deliberately
(Ormana gittim çünkü bilinçli yaşamak istedim)
I wanted to live deep and suck out all the marrow of life
(Derin yaşamak ve hayatın iliğini emmek / tadını çıkarmak istedim)
To put to rout all that was not life and not, when I come to die, discover that I had not lived
(Yaşamla ilgisi olmayan herşeyi bozguna uğratmak ve aslında hiç yaşamamış olduğumu, ancak ölüm vakti geldiğinde / çok geç farketmemek istedim)

Bunların hepsini aslında biliyoruz değil mi? “Evet çok doğru, ne güzel de söylemiş” demiyor muyuz? Ama hangimiz hayatın iliğini emdiğimizi söyleyebiliriz? Hayata ait olmayan herşeyi bozguna uğratmaya uğraşıyor muyuz, yoksa bozguna mı uğruyoruz?

Jorge Luis Borges’in “Anlar” şiirinde, Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Birşey Var” şiirinde, sonra şu “ölmeden önce ‘çok özel bir günde giyerim’ diye sakladığı elbisesini giyemeden göçüp giden eşinin ardından ağlayan adamın yazdığı “Aslında Her Gün Özeldir” mesajı, Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiiri, Tanrı’yı arayan, ama öğretmeninin kendisine söylediği gibi, Tanrı’nın gelip kendisini bulduğu genç adamla ilgili hikaye vs. hepsi de aynı temayı işleyip, hayata daha bir sarılmamızı ve iyi ya da kötü her anı doyasıya ve layıkıyla yaşamamız gerektiğini anlatmaya çalışmıyor muydu? Evet bu gibi yazıların hepsi de ilk okuyuşta çok etkiliyor hepimizi, ama tekrar o eski asık suratlı, bitkin ruh hallerimize ve monoton yaşamlarımıza (aslında hayatı monotonlaştıran biziz zaten) geri dönmemiz çok da zaman almıyor. Annemizin, babamızın, kardeşimizin, sevgilimizin veya arkadaşımızın yanına gitmek veya telefon edip “Sadece seni çok sevdiğimi söylemek istedim” demek çok anlamsız ve dolayısıyla da zor geldiğinde “Carpe Diem” diyelim içimizden ve bu cümle bize o telefonu ettirsin. Hoşlandığımız insana bunu söylemeye cesaret edemiyorsak, içimizden “Carpe Diem” diyelim ve yapalım bunu. Bir haksızlıkla, cehaletle, yalanla, hırsızlıkla karşılaştığımızda içimizden “Carpe Diem” diyelim ve hayata ait olmayan herşeyi bozguna uğratalım. Çünkü tüm korkularımız, bağnaz düşüncelerimiz, çekingenliklerimiz, geleneklere körü körüne bağlılıklarımız aslında bizi hayatın dışına itiyor.

Soru basit: Senin yazacağın mısra ne olurdu?

Cevabını bulmak için bir ömür gerek oysa...

Bazıları acı ve umutsuzlukla, bazıları her anının tadı çıkarılmış dolu dolu bir hayatın huzuru, kimi pişmanlıklarla dolu, kimi aşk ve sevgiyle yoğrulmuş, kimi hırs ve menfaat uğruna harcanmış, kimisi de belki bir şeyler yazılmak üzere kağıda dayanan, fakat bir şeyler yazmayı beceremeyen bir kalem ucunun yarattığı bir noktadan ibaret olacak bu mısraların...

Hayata iyi bakın

Blueman

18.04.1999

Not: Pazar akşamı, daha önce İstanbul Film Festivali’nde seyretmek üzere kendime bir film seçmiş olmama rağmen, canım hiç evden çıkmak istemiyordu. Ama kendi kendime “Carpe Diem” diyen iç sesimi dinledim ve o an tembellik ederek Taksim’e o filmi seyretmeye gitmeyecek olursam günü yakalayamayacağımı düşündüm. Daha doğrusu buna kendimi ikna ettim. Ve harika bir hilal ve parıldayan yıldızlar altında, ılık ılık esen rüzgarla birlikte Beyoğlu’nda dolaşmak, harika bir film seyretmiş olmak ve filmden önce de üniversitedeki dans hocamız ve ailesine rastlayıp, onlarla “Evde tembel tembel oturacağıma kendi kendime ‘Carpe Diem’ dedim ve geldim, iyi ki de gelmişim” şeklinde konuşmak ve bunun hocamızın da hoşuna gitmesi (sonra da “kimbilir kendi, kocası veya kızı etkilenip, bunu kendileri de uygulamaya başlarlar” diye düşünmek ve mutlu olmak), sonuçta çok iyi bir akşam geçirerek, bu felsefenin hayatımdaki ilk uygulamasını gerçekleştirmiş olmak çok hoşuma gitti.

Hiç yorum yok: