16.8.07

* Mart Dolunayı, Gato ve Med Vuman

Mart dolunayının yağmur bulutlarının ardına saklandığı, açık denizin üzerindeki bulutların anlık şimşeklerle aydınlandığı ve çok uzaklarda ve derinlerde bir yerlerdeki canavarların uykudan uyanıp homurdanmalarını andıran gökgürültülerinin duyulduğu bir gecede, okyanus kıyısındaki nemli kumlar üzerinde Gato ile oturmuş, dev dalgaların kıyıya vuruşlarını izlemenin ve tuzlu su tanelerinin okyanus rüzgarı ile yüzümüzü ıslatmalarının zevkini çıkarıyorduk. Sahilin uzak bir köşesinde canlı Afrika müzikleri ile dans eden neşeli insanların sesleri, hemen karşımızda sahili dövmekten sonsuza dek vazgeçmeyeceklerine emin olduğum dev dalgaların ve arada sırada uzaklardan gelen gökgürültüsünün sesine karışıyordu. Biramızı yudumlayıp, çoğunlukla konuşmadan, sadece orada bulunmanın ve bizi çevreleyen doğanın tüm ses, görüntü, tat ve kokularını hissetmeye odaklanarak geçirdik zamanımızı...

Bir ara dolunayın donuk ışıltısı kara bir bulutun ardından sıyrılıp, arkamızdaki kapkaralık ormanı ve sahili biraz daha aydınlattığı bir sırada Gato geçenlerde rastladığı genç bir kadından bahsetmeye başladı. Bir sokakta rastlamıştı bu pislik ve yara bere içindeki çırılçıplak vücudu ile kimi zaman çılgınca oradan oraya koşan, kimi zaman da bir köşede kendi kendine anlaşılmaz bir şekilde konuşup, kafasını sallayıp duran kadına. Civar bloklardan toplanıp etrafını saran kapıcılar, hizmetkarlar, şoförler ve çoluk çocuk ona “Med Vuman” (Mad Woman) diye bağırıyor, ellerindeki sopalarla onu oradan uzaklaştırmaya çalışıyorlar, ama kendisi de onlara vahşi bakışları ve elindeki büyükçe ve yaprakları hala üzerinde duran bir dal parçasıyla saldırıp etrafındaki kalabalığı korkutuyordu. Herkes onu oradan uzaklaştırmak için seferber olmuştu. Onun hakettiği sadece dayak, aşağılanma, en azından acıma dolu bir bakıştı tüm bu insanlara gröe... Gato kalabalığın arasına karışıp, ne zaman nerede bir olay olsa hemen baş köşedeki yerini alan bir şoföre sormuştu neler olduğunu ve şoför ona “she is a mad woman – o bir deli kadın” demişti. “Kovalıyoruz, gitmiyor. Fazla da yaklaşamıyoruz, korkuyoruz”... Gato bir süre orada olanları izledikten sonra, güvenli evine kendine yiyecek birşeyler hazırlamaya giderken kendini suçlu hissetmişti. Bu insanı çıldırma noktasına getiren aşırı yoksulluk mu, aile baskısı mı, koca dayağı mı, inanıp güvendiği bir insanın, belki de sevdiği adamın kendisini aldatması, yoksa kötü yola düşürmesi miydi acaba? Belki de sadece tek bir kişinin bile bu insana, kovalanması gereken vahşi bir hayvan, ardından bağırıp taşlanacak bir yaratık gibi değil de bir insan olarak davranması, neye ihtiyacının olduğunu sorması, bu insanın kendisine dostça uzanan bir el bulması onu normale döndürebilecek, belki de hala kaybetmediği aklını kullanarak onlarla konuşmasını sağlayacaktı. Ne yazık ki Gato tıpkı diğer insanlar gibi her günkü normal yaşantısına, güvenli evine ve sıcak sofrasına dönerken, elindeki dal parçasından başka hiçbir şeyi olmayan bu insan, eninde sonunda kendisini bekleyen uçuruma sürükleneceği kaderine doğru yürüyerek gecenin karanlığında kaybolmuştu.

Bu hikaye bana hayatları hayatlarımıza teğet geçen, kimi zaman kimi yerde birden karşımıza çıkıveren, delilikleri ve çılgınlıklarıyla bir süre dikkatimizi çekmelerinden sonra kolayca unutup gittiğimiz karakterleri hatıratmıştı. Hani şu ünlü kalabalık caddede bazen ayaklarını sürüyerek yürürken ve insanların arkasından gizlice yaklaşarak birden bağırmasıyla onları korkuttuğuna tanık olduğumuz, bazen kir pas içindeki yırtık pırtık kıyafetleri, bazı önemli günlerde de son derece temiz ve ütülü kıyafetleri içinde bir yerlere gidiyormuş gibi hızlıca yürüyen, sürekli ağzı kulaklarında, gülen yüzüyle sanki hep mutlu olan adam... Hani elindeki otomobil direksiyonu ve ucundaki klakson ile trafikte arabaların arasında kendisi de bir araba kullanıyormuşcasına koşturup duran, diğer sürücülere, sinyal vermedikleri, ani dönüş yaptıkları için kızıp bağıran, klakson çalan bir diğeri... Ve birden hatırladığım, tüm çocukluk ve ilk gençlik zamanlarımın bir köşede duran, ama asla unutulmayacak diğer bir karakteri Ahmet amca; “bizim mahallenin delisi”...

Üzerindeki en az on beş senelik, her yerinden pot yapmış, ama hala tertemiz ceketi, yakası iliklenmiş geniş yaka gömleği, iç yeleği, bol pantalonu ve bastonu ile kimi zaman yolda yürürken, kimi zaman bir köşede oturmuş dikkatle etrafını izlerken gözlemlediğim, elli-elli beş yaşlarındaki Ahmet amca... Dilinin altına yerleştirdiği ince bir kağıt parçasını ustaca öttürür, komik seslerle insanlara takılır, onları güldürürdü. En çok da belediye otobüslerini sever, şoförün yanındaki basamakta yerini alır, otobüse binen yolcuların biletlerini ellerinden alıp kutuya kendisi atar, mavi kartlarını kontrol ederdi. Onu önceden tanıyan şoför ve yolcular kendisini güler yüzle karşılar, kimi zaman takılırlardı ona. Kendisini tanımayan yolcular ise otobüse biner binmez aniden karşılaştıkları, kendilerini alaya alan, arkalarından düdük öttüren ve şarkılar söyleyen bu adamın çılgın davranışları karşısında bazen kendisine kuşkuyla bakar, tedirgin olurlardı. Kimisi de hiç bozuntuya vermez, kendileri de bu eğlenceye katılıverirdi. Ahmet amcanın türlü türlü komikliklerini, insanlara takılmalarını izlemek kadar, otobüse binen çeşit çeşit insanın tepkilerini gözlemlemek de ayrı bir eğlence kaynağıydı. Otobüsün ön tarafındaki yolcular ve şoför o yolculuğun kahkaha ve neşe içinde nasıl geçtiğini bile anlamazlardı. Ve Ahmet amca son durakta iner, kimsenin bilmediği kendi gerçeğini yaşamak üzere gözden kaybolurdu. Derlerdi ki ailesini bir yangında kaybettikten sonra bu duruma düşmüş. Başkaları da derdi ki aslında o normal biriymiş ve sadece numara yapıyormuş. Bazen Ahmet amca uzun süre ortadan kaybolur, hiç bir yerde görünmezdi. Onun yokluğunda onu aramazdım belki ama, tekrar ortaya çıktığında rahatlardım sanki biraz. Ona bir şey olmamış diye... Hala aramızda diye... Şimdi ise onu en son ne zaman gördüğümü bile hatırlamadığımı farketmiştim. Onun sürekli gülen, kocaman, çılgınca bakan mavi gözlerini, şekilden şekile giren komik suratını ve tüm o çılgınlıklarını görmeyeli, yaşamayalı uzun yıllar olmuştu.

Dolunay kocaman kara bir bulutun ardında kaybolduğunda sahilde yapayalnız olduğumu farkettim. Dans eden insanlar ve müzik yoktu... Gato da... Okyanustan esen ılık rüzgar yüzüme vururken, hala şimşeklerin çaktığı ufka doğru birkaç adım atıp karanlık sulara daldım. Ormandaki ağaçların hışırtıları, her yanımı kaplayan sıcacık dalgaların ve köpüklerin sesleri arasında kayboldu.

Hayata iyi bakın

Blueman

11.03.2001

Hiç yorum yok: