15.8.07

* 57 no.lu Yolcu

Annesinin ve kızkardeşinin yastığa dayadıkları, iyice ısınmış ve yastığın izi çıkmış yanaklarından öperek, yağmurlu bir İstanbul sabahında kendini dışarı attığında ortalık henüz ağarmaya başlamıştı... Varmak istediği bir hedef yoktu, bir yer, görmek istediği birileri veya yaptığı bir plan... Sadece “gitmek” istiyordu, “gitmek” ve o anı yaşamak”...

Her zamanki kalabalık yerini hüzünlü bir ıssızlığa bırakmıştı sokaklarda. Otobüs durağına kadar yağmur altında yüyürken binbir tülü düşünce beyninde cirit atmaya başlamıştı bile. Bayramın ilk günüydü. Gelen ilk otobüse atladı ve şöföre “İyi bayramlar” dedi her ne kadar “şöförle konuşmak yasak” olsa da... Şöför gülümsedi ve içinde toplam beş kişi olan otobüs hareket etti. O güne özel olarak otobüslere bedava binmek oldukça hoşuna gitmişti. Şöför yolları boş bulduğu ve duraklarda da pek bekleyen insan bulunmadığından otobüsü hızla kullanıyor, bazı duraklarda hiç durmuyor ve ani manevralar yapıyordu. Otobüs bir hızlanıyor, sonra aniden yavaşlıyor, o da arka tarafta iki eliyle birden direğe tutunmuş hoplayıp zıplarken ve “Bayramda pek çok kişi böylesine bir eğlence yaşamak için lunaparklara koşacak” diye düşünüyorken son hoplama ile içi bir hoş oluyordu. Toplam sekiz eğlenceli dakikada Etiler’den Beşiktaş’a geldiklerinde “Neredeyse ‘beş dakikada Beşiktaş’ lafının gerçekleştiğine tanık olacaktım” diye düşündü. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Kadıköy vapurunu beklerken, sahilde biraz dolaşıp yağmur bulutlarının griye boyadığı Boğaz’ın birkaç fotoğrafını çekti. Kız Kulesi ve uzaklaşmakta olan bir vapur, sağ tarafta Topkapı Sarayı ve camiler griliklerin ve hafif sisin içinde yine çok güzeldiler. Bir karabatak sahile çok yaklaşmış yiyecek arıyordu. Bir süre için karabatağın daldıktan sonra nereden çıkacağını tahmin etmeye çalıştı, ama her defasında da yanıldı. Karabatağın dipten ilerlerken çıkardığı hava kabarcıklarını izlese de, o her defasında bambaşka bir noktadan çıkardı başını yüzeye... Yağmur iyiden iyiye şiddetlenmiş, durgun denizin üzerinde oluşan halkaların sayısı da artmıştı.

İskelenin bekleme salonunda bir muhbirle karşılaştı. Muhbir bir zamanlar her an için göreve hazır, gencecik, heyecan ve enerji dolu olduğu günleri özler gibiydi. Artık yaşlanmış, bir köşede unutulmaya mahkum bir “yangın muhbiri”ydi o... Üzerinde “Camı kırınız, düğmeye basınız. Lüzümsuz yere kullananlar cezalandırılır” yazıyordu. Muhbirin camı kırılmış, düğmeye basılmıştı belli ki... Ama camı bir daha takılmamıştı. Acaba lüzumlu yere mi yoksa lüzumsuz yere mi kullanılmıştı? Eğer lüzumsuz kullanıldıysa verilen ceza neydi? İhbar edilen yangında neler olmuştu? Yoksa cam kazayla mı kırılmıştı? Neyseydi, vapur gelmişti.

Kadıköy vapurunun arka güvertesinde tek başına oturup sigarasından bir nefes aldığında Boğaz Köprüsü’nün sisler arasındaki zarif görüntüsü bir kez daha büyülemişti onu. Bu görüntüler değil miydi uzun süre yurtdışında bulunanların özlem duydukları ya da bazılarına “İstanbul’dan başka bir yerde yaşamak istemezdim” dedirten? Çok geçmeden vapurun altında yaşayan ve iskeleye yanaşıldığında karnını doyurmak için sakinleşen canavar tekrar homurdanmaya başladı ve etraftaki görüntüler yavaşça hareketlendi, kaymaya başladı. Yolculuk boyunca arka güverteye sadece sahlep satan beyaz saçlı, mavi gözlü görevli geldi ve “Sahlep içer misin? Bugün bayram, sahlep iç” dedi, ama o almadı. Sonra da “Görevliyi kırmayıp bir sahlep içseydim de şu bayram günü adamı üzmeseydim” diye düşündü.

Yine buna benzer bir gün, Kız Kulesi’nin yakınlarında bir yunus sürüsü görmüş olduğunu hatırladı. Evet yine gri renkli ve rüzgarlı bir kış günüydü. Yunuslar ikişer üçer sudan yüzgeçlerini çıkararak, hatta yavru yunuslar havaya sıçrayıp taklalar atarak ilerliyorlardı. İstanbul Boğazı’nda böylesine bir manzarayla karşılaşabileceğini aklına bile getirmediğinden gözlerine inanamamış, sevinçten haykırmak istemişti. “Belki yine aynı yerde görebilirim onları...” diye gözleri boşuna taradı ufukları. Burnu soğuktan kızarmış, saçları rüzgarda dans eden sevgilisine dönüp “Sen hiç Boğaz’da yunus gördün mü?” diye sormak istedi. Ama kafasını o yöne çevirdiğinde güvertede yalnız olduğunu gördü. Yunuslar da yoktu zaten.

Kadıköy İskelesi’nden Haydarpaşa Garı’na doğru yürürken, çocuklara karatahta başında ders veren “Baş Öğretmen”in başına bir karga konmuştu ve bir karizma erozyonuna sebebiyet verdiğinden habersiz etrafı süzüyordu. Hareketli bir güne hazırlık yapan esnaf ve çingeneler Kadıköy Meydanı’nda konuşlanmışlar ve gereken hazırlık çalışmalarını tamamlamak üzereydiler.

Haydarpaşa Garı’nda onu sevgilisi uğurladı, ardından yaşlı gözlerle baktı ona, ama vagonu takip etmedi, öylece durdu orada ve yüzündeki masumiyet ve hüzünle el sallayarak yitip gitti gözden... Kimbilir belki bir hayaldi yine bu da... Görüntüler giderek daha büyük bir hızla kayıp gitmeye devam ediyorlardı.

Yol boyunca kitap okudu, kayıp giden görüntülere bakıp düşündü, kimi zaman dalıp gitti kah geçmişe kah geleceğe... Stephan Grappelli ve Lionel Hampton klasik caz nameleriyle eşlik ettiler ona, Ahmet Altan ise yazılarıyla... Karşısındaki koltukta oturan gözlüklü, bıyıklı adam gömleğinin yakalarını iliklemiş, kravat takmamış, üzerine bir hırka giymiş, ellerini üst üste koymuş vaziyette dalgın dalgın dışarıyı seyrediyordu.

Yemekli vagonda nescafesini yudumlayıp sigarasını tüttürdü büyük bir keyifle. Etraftaki insanları dinledi, yüzlerine baktı derinlemesine... Kimilerinin kırışmış yüzlerinde ve anlamlı gözlerinde yaşamış oldukları mutluluklara, acılara ve hüzünlere dair birer ipucu bulmaya çalışırken, kimilerinin pürüzsüz ve taptaze yüzlerinde gelecekte onları nelerin beklediğini görmeye çalıştı.

Yan masada beş yaşlarında sevimli mi sevimli bir kızı ve ondan birkaç yaş büyük oğluyla yemek yemekte olan adam karşısında oturan ve o masada tanışmış oldukları belli olan bir başka adamla sohbet ediyordu. Yabancı epeyce esmer, ön dişlerinin tamamı eksik, bıyıklı, güleç yüzlü bir adamdı. Onu sokakta görseniz bir daha dönüp bakmazdınız, belki de çingeneye benzetirdiniz. Babanın bayramlaşmak için cep telefonuyla aradığı arkadaşıyla küçük kız da konuştu ve iyi bayramlar diledi. Oğlan ise “Harçlığımı hazır et dönüşte” dedi telefon hattının öteki ucundakine ve o sırada ortasından kayarak ilerlemekte oldukları karla kaplı bembeyaz tepelerden bahsetti ona. Masalarında babalarının sohbet ettiği adam küçük kıza “Atatürk’ü seviyormusun?” diye sordu ve küçük kız “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan”ı söylemeye başlayınca ona eşlik etti ve “Bunu senden dinlemek ne büyük bir mutluluk biliyor musun?” diyerek ona teşekkür etti. Masadan kalmak için izin istedi ve “Tanıştığımıza memnun oldum” diyerek oğlanın elini sıktı, küçük kıza da “Hanımların eli öpülür” diyerek o küçük elinden öptü, sonra da uzaklaştı. Oğlan beşinci kez babasına “Baba Ankara’da kar var mıdır?” diye sordu, babası sabırla cevap verdi. “Vardır oğlum, hava durumunu izledik ya’” Beyaz tepeler birbiri ardında uzanıp gidiyordu...


Keyifle bir Türk kahvesi söyledi kendine ve şekerli kahvesini yudumlarken yan masadaki adam ve kızı, oğlanı masada yalnız bırakarak tuvalete gittiler. Bir süre sonra çocuk koltukta arkasına dönerek, kasada hesapları alan, gömleğinin yaka düğmelerini çözmüş, kravatını gevşetmiş, donuk gözlerle etrafına bakmakta olan görevliye sordu: “Ankara’da kar var mıdır?” Adam yavaşça sigarasını yaktı ve umursamaz bir tavırla “Hayır!” dedi sadece... Çocuk tek kelime edemeden adama baktı uzun süre... O ise gelen paraların üzerini veriyor, fiş kesiyordu aynı donuk bakışlarla...

Kendi vagonuna dönüp etrafı izlemeye başladığında karşı koltuktaki adam aynı pozisyonda oturmaya devam ediyor ve dışarıya doğru bakıyordu. “Kapıyı açmak için düğmeye basınız” yazan düğmeye basmadan kapıyı zorla açmaya çalışan ne çok insan olmuştu. Ama şu kız bir başkaydı. O kapıdan altıncı geçişinde hala kapıya asılıyor, sonra hatırlayıp düğmeye basıyordu. O an içinden o kızın teknik bir konuya hiçbir zaman kafasının basmayacağını, ileride üniversiteye gideceği zaman elektronik veya bilgisayar gibi bölümleri yazmaması gerektiğini, ama bu “iyi niyetiyle” başarılı bir doktor veya veteriner olabileceğini düşündü.

Duvardaki acil durum el frenini “lüzumsuz yere kullananlar cezalandırılır”dı yine. El frenini çelip çıkararak sırtını kaşımak istedi, ama bunun lüzumlu mu yoksa lüzumsuz bir davranış mı olduğuna karar veremedi. Üstelik verilecek ceza neydi, davranışın lüzumlu mu lüzumsuz mu olduğuna kim karar verecek, cezayı kim saptayacaktı, onu ceza olarak o karların arasına bırakıp gidecekler miydi, yoksa bir halata bağlayıp trenin arkasında sürükleyecekler miydi ya da tüm tren yolcuları tıoplanıp onunla alay ederek gururunu mu kıracaklardı? Uyuyakaldı...

Uyandığında karşı koltuktaki adam aynı pozisyonda oturuyor ve dışarı bakıyordu. Yolculuğun sonuna dek de öylece oturmaya devam etti. Ne kitap okuduğunu, ne uyuduğunu, ne müzik dinlediğini, ne bir şeyler yiyip içtiğini ne de tuvalete gittiğini gördü adamın. Adam büyük bir ihtimalle din öğretmeni veya imam olmalıydı. Hava giderek kararıyor, pencerenin diğer tarafından Ankara’nın varoşları geçiyordu.

Hayat da geri dönüş bileti alamadığımız bir tren yolculuğu gibiydi. İnsanlar, olaylar, acılar, sevinçler, kızgınlıklar, aşklar, sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, bedelini ödeyip satın aldıklarımız, kahkahalar, gözyaşları, hepsi pencerenin önünden hızla akıp gidiyor, yolda birçok makas değiştiriliyor ve her makas insanı, diğerini seçme durumunda hangi manzaraların görülebileceğinin asla bilinemeyeceği yollara sokuyor ve hızla son durağa yaklaşılıyordu.

Sonunda iniyorsun trenden...

O an için geçerli olan tek şey o istasyonda olduğun gerçeği...

Yolculuk bitti...

Tren duruyor...

Ve geri dönüş bileti alma hakkın yok...

“Pencereden gördüğün her manzarayı içine sindirmeye calış, çünkü onları bir daha görme şansın yok” dedi kendi kendine...

Hangisinin son durak olduğunu bilemediğimiz bir yolculuk hayat...

Take care of life

Blueman

23 Ocak 1999

Hiç yorum yok: